Anadolu Dervişleri,Kadın Dervişler,İlk Tarikatlar
Anadolu Dervişleri,Farsçada «kapı kapı dolaşan dilenci» anlamına gelen derviş kelimesi, İslâm dünyasında «tarikat mensubu» anlamıyla yaygınlaştı.
Fas ve Cezayirde derviş yerine ihvan sözü kullanılır.
Dervişler mensup oldukları tarikatın esaslarına uygun şekilde taç ve hırka giyer; teber, asa, keşkül v b. taşırlardı. Nefis ve gururlarını öldürmek için dilenirlerdi.
Sofiler derviş kelimesine kanaatkârlığı ifade eden «kapı eşiği» anlamını verirler.
Bununla dervişin kapı eşiği gibi ayak altında çiğnense de güçlüğe tahammül etmesi gerektiğini ifade ederler.
Bazı dervişler, yalnız başlarına inziva hayatı yaşar, bazıları bir şeyhe bağlı ölurdu.
Şeyhin çevresinde dervişlerin meydana getirdiği topluluk; bazen mürşidin ölümünden sonra, bu makama lâyık bir dervişin başkanlığı altında devam ettirilirdi.
Tarikatlar bu çerçeve içinde ortaya çıkan âdap ve erkân ile meydana gelmiştir.
Anadoluda İlk Tarikatlar
Anadolu’da ilk tarikatlar Selçuklular devrinde görülmeye başladı.
Abdülkadir Geylanî tarafından kurulmuş olan Kadiriye tarikatı bugün de yaşayan ve tarihî kaynağı kesin olarak tespit edilmiş olan ilk derviş topluluğu sayılabilir.
Daha sonra, bazıları velilere bağlanan, bazıları da halifelik suretiyle meydana gelen birçok tarikat ortaya çıktı.
Dervişlerin dayandığı tasavvuf düşüncesi bizzat Hz. Muhammed’e kadar dayandırıldığı gibi, bu erkân ve âdap yine Hz. Muhammed’e ulaşan bir ermişler dizisiyle Cebrail’e ve Cebrail aracılığıyla Tanrıya bağlanır.
Dervişler bu tarikat silsilesine, kurucusundan başlayarak tarikat şeyhlerini de katarlar.
Her derviş kendisini Tanrı’ya bağlayan silsileyi öğrenmeye ve tarikatı tarafından talim edilen itikadın îslâmiyette esas cevher olduğunu bilmeye mecbur sayılır.
Dervişler tarikatın âdap ve erkânının namus kadar etkili olduğunu kabul ederler.
Derviş, tarikat silsilesine, kendisini tarikata sokmuş olan şeyhi (veya mürşidi) aracılığıyla bağlanır.
Tarikata girme sırasında derviş namzedi önce çok uzun bir sülük (giriş) merasimine tabi tutulur, bu devrede genellikle mürşidinin telkini, hükmü ve nüfuzu altında bulunurdu.
Böylece mürit ile mürşit arasında yakın bir ilgi meydana gelirdi.
Dervişler çeşitli tarikatlara göre riyazete dayanan Tanrı aşkından vahdeli vücut felsefesine kadar pek değişik inanışlara bağlıydı.
Meselâ İran’da dervişler, şeriata uygun olanlar (bâ-şer) ve şeriata uygun olmayanlar (bî-şer) diye iki bölüme ayrılır.
İkinci bölümdeki dervişler aynı zamanda ahlâk kurallarını da reddetmiş sayılırlar. Genellikle İran ve türk dervişleri, öteki müslüman topluluklarına göre (Suriyeliler, arap ve afrika müslümanları) din anlayışı bakımından daha serbest görüşlüydü.
Dervişlerin bağlı olduğu ortak tarikatlar, çeşitli ülkelerde ayrı biçimlere girebiliyordu.
Tarikat âdap ve erkânı derviş üzerinde dinî heyecan uyandırır ve telkin olayları ile vecd ve istiğrak hallerine yol açar.
Meselâ Halvetiye tarikatında bütün dervişler bir yıllık zamanlarını sıkı bir oruç ve halvet içinde geçirirler.
Dervişlerin bütün tarikatlarda ortak olarak bağlandığı esasların başında zikir gelir.
Zikir, Tanrı’yı anmak demektir. Zikrin derin bir dini vecd ve bir istiğrak meydana getirdiği bilinmektedir.
Dervişlerdeki bu hipnoz halini bazı bedenî durum ve olaylar da takip eder.
Zikir sırasında görülen coşkunluk halleri yüzünden, Batıda dervişler için havlayan, uluyan, raks eden v.b. sıfatları ‘kullanılmıştır.
Celâleddin Rûmî’nin (öl. 1273) kurduğu Mevlevî tarikatındaki dervişler sema etmek suretiyle vecd haline gelirler. Sa’dîler dümbelek çalarak raks ederler.
Rifaîler ve Ahmedîler ateş, canlı yılan, akrep ve cam kırıkları yutarlar; bedenlerine şiş, gözlerine çivi batırırlar.
Fakat bu gibi olayların ancak gerçek veliler tarafından meydana getirilebildiği kabul edilir.
Velîlerin bu durumları Allah tarafından bağışlanan keramete bağlanır.
Tarikatların devamlı müritleri olan dervişlerden başka, önemli sayıda muhipler’i de (dostları) vardır.
Bu muhipler, kendi evlerinde yaşarlar, belli zamanlarda tekkelere giderek zikirlere katılırlar.
Mısır’da Memlûklar devrinde tekkeler pek çoktu ve zengin vakıflara sahipti.
O devirlerde dervişlerin hayat şartları ve itibarları çok yüksekti.
Sonradan dervişler toplumun aşağı tabakalarına mensup sayıldı ve bunlar için tekke hem ibadethane hem de imaret hizmetini gördü.
Son devirlerde hükümetler, tekkeler üzerinde dolaylı bir murakabe kurdular.
Mısır’da bu murakabe bütün tarikatların önderi olan Şeyh-ül-Bekri tarafından yapılırdı.
Diğer ülkelerde de her şehrin bir tarikat başkanı vardı.
Sadece Sünusîler Arabistan ve Kuzey Afrika çöllerine çekilmek ve özellikle kuruluşlarının merkezini Büyük Sahra’nın ortalarında muhafaza etmek suretiyle bağımsız kalmışlar ve böylece murakabeden kurtulmuşlardır.
Kadın Dervişler
Ayrıca Sünusîler, diğer tarikatlardaki dervişlerin bağlı bulunduğu sınıflardan çok daha yüksek bir sosyal sınıfa dahildiler.
İslâmlıkta kadınlar, erkeklerle aynı şartlara bağlı oldukları için, kadın dervişler de vardır.
Bu kadın dervişler, girmek istedikleri tarikata şeyh tarafından kabul olunurlar.
Tarikata girdikten sonra kadın derviş adayları, genellikle her yerde yine kadınlar tarafından eğitilir, dervişlik terbiyesi alırlar.
Kadın dervişler zikirlerini genellikle kendi aralarında yaparlar.
Ortaçağ İslâm âleminde bu kadın dervişler erkek dervişler gibi, tekkelerde yaşarlardı.
Kadın dervişler için, yine kadınlar tarafından idare edilen özel tekkeler ve vakıflar da bulunmaktaydı.
Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında Anadolu’da görülen «Bacıbyan-ı Rum» adlı topluluk, kadın dervişlerden meydana gelmişti.
Anadolu’da dervişler dergâha bağlı veya gezici derviş şeklinde imparatorluğun sonuna kadar görüldü, Cumhuriyet devrimle ortadan kalktılar.