Birinci Dünya Savaşına Nasıl Girdik | Osmanlı Tarihi |
Birinci Dünya Savaşına Nasıl Girdik Birinci Dünya Savaşı’na neden girdiğimiz ve nasıl girdiğimiz hakkında çeşitli rivayet ve iddialar ortaya atılmıştır.
Bu iki hususun aydınlanması için o günkü olayların ve karar organlarının içinde yaşamış iki siyasî ve askerî şahsiyetin bilgilerine ve görgülerine başvurmak gerekir.
Bunlardan birisi ittihat ve Terakki Partisi’nin yani Osmanlı Devleti’ni o sırada idare eden partinin umûmî kâtipliğini yapan bir zatın, Midhat Şükrü’nün bilgi ve tanıklığıdır.
Midhat Şükrü’nün “İmparatorluğun Çöküşü” isimli eserinden aldığımız bu konudaki beyanı aynen şöyledir
“…Talât Bey’in harbe girmemiz hakkında diğer kimselerle aynı fikirde olmadığı ve harbe girmemizin aleyhimize olacağını savunduğu doğrudur.
Hattâ Said Halim Paşa ve Talât Paşa’dan başka diğer parti umumî merkezindekilerin de, kabine azâlarının da bizi harbe sokan o meşûm Karadeniz olayının tertiplenmesinden haberdar bulunmadıkları ve hiç birisinin bu hususta tasvip ve tasdikinin alınmadığı bir gerçektir.
Tabiî ki Enver Paşa için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Bu işi onun tertiplediği muhakkaktır. Her ne kadar Enver
Paşa bu emrıvâkînin kendi bilgisi dışında cereyan ettiğini iddia ederse de bunun doğru olmadığına inanmak durumundayız.
Kendisinin ısrarla üzerinde durduğu bu noktaya o zaman hiçbirimiz inanmamıştık.
Goeben(Yavuz)ve Breslau (Midilli) gemilerine kumanda eden Amiral Şuson’dan gemilerini Karadeniz’e çıkarmayacağına dair kat’î garanti istemiştik ve bu garanti kendisinden alınmış bulunuyordu.
Bir harb ihtimalini o günlerde o kadar uzak görüyorduk ki, ben bir aralık Sofya’ya gitmeyi düşünmüştüm. Bu isteğimi Talât’a açtığım zaman o her zamanki tatlı tebessümü ile:
-Pekâlâ, pekâlâ… Git biraz dinlenmiş olursun, demişti.
işte bu seyahatin yol hazırlıklarıyla meşgul olduğum sırada bir sabah telefonum çaldı; karşımda Talât vardı. Sesinden heyecanlı olduğunu anlamakta gecikmedim.
Bana: “Midhat, acele gel, seni Bâbıâli’de bekliyorum” dedi.
İçimden, Allah Allah, dedim, bunda muhakkak bir iş var.
Talât’ın beni bu kadar vakitsiz aradığı hiç olmamıştı. Derhal giyinip bir arabaya atladım ve onu bulmaya gittim.
Yanına vardığım zaman soğukkanlılığını muhafaza etmeye çalışmasına rağmen büyük bir endişe ve heyecan içinde olduğu yüzünün çizgilerinden anlaşılıyordu.
Almanlarla bir dostluk ittifak anlaşması imzalamıştık, fakat bu anlaşma bizi muhakkak harbe girmeye mecbur etmiyordu.
Harbe, ancak kendimiz karar verirsek girebilirdik.
Almanlar öyle istiyor diye seferberlik ilân edecek değildik. O nazik devrede Almanya ile bir anlaşma imzalamamızı tenkid edenlere verilecek cevap şudur
Biz cihan harbi elle tutulacak hale gelmeden hayli önce İtilâf devletlerine (İngiltere, Fransa, Rusya) yanaşmak yolunda birçok teşebbüste bulunmuştuk.
Diplomatik faaliyetlerle sık sık zemini yoklamıştık.
Hatta, Meşrutiyet’in ilânını müteakip ilk heveslendiğimiz iş İngiltere ile dostluk kurmak emeline çalışmak oldu.
Meşrutiyet’in ilânından tam bir yıl sonra bu maksatla Talât’ın başkanlığında sekiz milletvekilinden kurulu, benim de içinde bulunduğum bir parlamento heyeti Londra’ya gitmişti.
Londra’da birçok diplomat ile görüştük ve bütün gayretlerimize rağmen kendileriyle yazılı bir anlaşmaya varamadık.
Ve gittiğimiz gibi kollarımızı sallaya sallaya geri döndük.
Diğer taraftan Fransız dostu olarak tanınan Cavit Bey’i Fransa’ya gönderdik.
Ne var ki o da bizden fazla birşey yapamadan geri dönmüş, Fransızları bir anlaşma imzalamaya ikna edememişti.
Almanlarla anlaşmadan önce (ümit cihandan büyüktür) sözüne uyarak İngiliz ve Fransızlarla görüşerek hükümetimizin görüşünü bildirdik.
Bunu yapmaktaki gayemiz Almanlarla anlaşırken onlar aleyhine herhangi bir düşüncemiz olmadığını belirtmekti.
Fransa ve İngiltere sefirlerine durumu şöyle bildirdik:
-Biz Almanya ile ittifak halindeyiz, bu ittifakın bizi ileride ne gibi zorluklara sokacağını şimdiden kat’î olarak kestirmek mümkün değildir.
Belki bir gün harbe girmek zorunda kalırız.’ Şayet İngiltere ve Fransa hükümetleri bütünlüğümüzü koruyacaklarına dair bize yazılı bir garanti verecek olurlarsa harbin sonuna kadar tarafsız kalacağımıza söz verebiliriz.
Sefirler, teklifimizi hükümetlerine bildirdiler; fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde bu iki ülkeden ne müsbet ne de menfî bir cevap aldık.
İtilâf devletleri yetkililerinden bir cevap alamadığımız gibi diplomatik çevrelerde hakkımızda nahoş söylentilerin dolaştırıldığını da tesbit ettik.
Bu söylentilerin başında Doğu bölgelerimizden bir kısmı ile Boğazlar’ın Rusya’ya peşkeş çekileceği hususu da vardı.
Rusya, İngiltere ve Fransa müttefik oldukları için ittifakın icab ve zaruretlerini yerine getireceklerdi.
Almanya ise hiçbir taviz beklemeden bizimle anlaşma yapmak, bizi kendi safına almak istiyordu.
Karşı tarafta üç dört yüz yıllık düşmanımız pençesini uzatmış üzerimize çullanmak üzere fırsat beklerken nasıl olurdu da Almanya’nın uzattığı eli sıkmayabilirdik?
Şu da muhakkak ki bu mevzuda biraz acele edildi.
Yaptığımız anlaşmaya rağmen harbe girmemek pekâlâ mümkün olabilirdi.
Enver Paşa’nın aceleciliği ve tedbirsizliği, herşeyi altüst etti.
Ve bir bayram arifesinde kendimizi harb kasırgasının içinde bulduk.
Karadeniz Olayı olarak tarihe geçecek hadise şöyle cereyan etmişti: Balkan Harbi’nden çıktıktan sonra askeri durumumuzun parlak olmadığı biliniyordu.
Orduları terhis etmiştik.
Bu sebeple daha kendimizi toparlamadan yeni bir harbe girmeyi düşünmüyorduk.
Bu arada Avrupa’da Birinci Dünya Harbi başlamıştı.
Biz tarafsızlığımızı korumak maksadıyla seferberlik ilân ettik. İngiltere’ye ısmarladığımız iki harb gemisi (Reşadiye) ve (Sultan Osman) ile donanmamızı takviye etmeyi düşünmüştük.
Ancak, Almanya bizi bir an önce harbe sokmak için her çareye başvuruyordu.
Bu düşünce ile olacak; Almanların Akdeniz’de bulunan Goeben ve Breslau isimli harb gemileri Mesina Boğazı’rın dan geçerek Türkiye’ye doğru yol almaya başlamıştı.
Çanakkale Boğazı’na geldikleri zaman Başkumandanlık, Akdeniz Boğaz Kumandanlığına Alman ve Avusturya gemilerinin boğazdan geçmelerine izin verilmesi yolunda emir verdi.
Bu olaydan sonra İngiltere’de inşa edilmekte olan (Reşadiye) ve
(Sultan Osman) harb gemilerine İngilizler ambargo koydular ve bunları bize teslim etmekten vazgeçtiklerini bildirdiler.
Bu vaziyet karşısında Almanlarla anlaşma yapılarak Breslau ve Goeben harb gemilerinin satış işlemi tamamlandı ve bu iki gemi, bilindiği üzere Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı donanmasına katıldı.
Bütün bunlar olup biterken İtilâf devletleri daha önce bizden esirgedikleri garantileri, tarafsız kalmamız ve iki harb gemisini iade etmemiz şartıyla kabul edeceklerini bildirdiler.
Ancak, Osmanlı hükümeti, bu teklife, İngilizler tarafından teslim edilmeyen iki geminin yerine bunların alındığını beyan ederek müsbet cevap veremeyeceğini bildirdi.
Bu red cevabı neticesinde İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’nın çıkışını tutarak bu bölgeyi abluka altına aldı.
Durum bu safhada iken vukû bulan Karadeniz’deki Rus limanlarının Goeben ve Breslau tarafından bombardıman edilmesi hadisesini özetlemekte Talât Paşa’nın bu işteki rolünü anlamak bakımından fayda vardır.
Talât Paşa’nın o zamanki muhabere subayı Saim Sokollu, bombardıman gecesi nöbetçi olup vazifesi başında iken telefonun zili çalar.
Sokollu’nun karşısında Çürüksulu Mehmed Paşa vardır ve sinirli bir sesle:
-Çabuk bana Talât Paşa’yı ver.
Saim Sokollu, Talât Paşa’ya haber göndererek telefona gelmesini ister.
Talât Paşa o zamanlar Dahiliye Nâzırı (İçişleri Bakanı) idi.
Mahmud Paşa ile Talât Paşa arasında şu konuşma geçer Bir emriniz mi var Paşam? Çürüksulu Mehmed Paşa: Talât Bey olanları duydunuz mu? Almanlar Goeben ve Breslau gemilerini Karadeniz’e çıkarıp Rusya sahillerini bombardıman etmişler.
Lütfen söyleyin bu ne demektir?
Talât Bey kızgınlık ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilmiştir. Adetâ kekeliyerek:
-Ne söylüyorsunuz Paşam, anlıyamadım?
-Hakikati söylüyorum, Talât Bey ve şu dakikadan itibaren Bahriye Nâzırlığından istifa ediyorum.
Talât’ın verdiği emir üzerine Said Halim Paşa’nın yalısına telefonu bağlayan Sokollu bu üç devlet adamının konuşmalarına kulak verdiği zaman Said Halim Paşa’nın hiddetli hiddetli bağırdığını duyar; Said Halim Paşa aynen şöyle konuşur:
-Bu ne rezalet, bir sadrazam sıfatıyle bana haber vermeden Rus sahilleri nasıl topa tutulurmuş?
Talât ve Çürüksulu Mehmed Paşa’nın konuşmalarında da aynı infial vardır.
Dahiliye Nâzırı (içişleri Bakanı) Talât Bey’in, bombardıman hadisesinden ancak her şey olup bittikten sonra haberi olduğuna Saim Sokollu’nun şahitliği bir vâkıadır.
Talât vakitsiz harbe girişimizden hiç memnun değildir.
Ancak, bu hadise bile ona iyimserliğini kaybettirmemiştir.
Bir kere olan olmuş, bir emrivaki karşısında kalınmıştır.
Bu durumda yapılacak şey, harbin sevk ve idaresini ayarlamaktır.
Fakat herkes onun kadar soğukkanlı ve iyimser olamazdı.
Nitekim Said Halim Paşa’nın hastalığını bahane ederek bayram tebriki için saraya gelmemesi, istifa edeceği yolundaki tahminleri kuvvetlendiriyordu.
Böylesine nazik bir durumda yapılacak ilk iş bir kabine buhranı yaratılmasını önlemekti.
Bu sebeple Said Halim Paşa’nın kararından vazgeçmesi için tedbir alınması gerekiyordu.
Talât, meşhur ikna kabiliyeti ile bu işi üzerine alıp Said Halim Paşa’yı ikna etmeliydi.
Nitekim öyle oldu ve sadrazam istifa etmekten vazgeçti.
Bu durumda kabine, çekilen nâzırların yerine yenileri tayin edilip vazifesine devam eder hale sokuldu.
Ancak bunun geçici bir tedbir olduğu ve Mısırlı vezirin uzun müddet işbaşında kalmayacağı anlaşılıyordu.
Barış devresinde işini büyük hatalar yapmadan devam ettiren Said Halim Paşa gibi zayıf şahsiyetli olan birisinin acele ve cesur kararların alınması gereken harp zamanında vazife yapabilmesi elbetteki beklenemezdi.
Nitekim bir müddet sonra sadrazamın ikinci defa istifa etmesini kimse yadırgamadı.