Hakkında Bilgi

Hakkında Bilgi,Ansiklopedik Bilgi

Tarih

Doğu Cephesinin Kuruluşu | Kurtuluş Savaşı Tarihi |

 

Doğu Cephesi Kuruluş Tarihi, Doğu Cephesi Özellikleri ve Önemi, Kurtuluş savaşı doğu cephesi gelişmeleri, Milli mücadele doğu cephesi komutanı kimdir ,Doğu Cephesinin Kuruluşu,Özellikleri ve Önemi, Doğu Cephesi, bütün vatanın kurtuluşuna ve İstiklâl mücadelesine zemin ve imkân hazırlayan bir esas destek vazifesi görmüştür.

Doğu Cephesinin Kuruluşu
Doğu Cephesi, bütün vatanın kurtuluşuna ve İstiklâl mücadelesine zemin ve imkân hazırlayan bir esas destek vazifesi görmüştür

Bunda Cihan Harbi’nin sonlarına doğru ordularımızın Doğu cephesinde muzaffer olmasının da payı elbet-teki büyüktür.

Doğu Cephesi’ndeki sağlamlığın ve zaferlerin sebebini daha iyi anlayabilmek için evvelâ Kâzım Karabekir Paşa’nın İstiklâl Harbimizin Esasları isimli eserinden aktarılan Cihan Harbi sonlarına ait bazı hüküm ve hatıralarını kaydetmekte fayda vardır.

Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın son devrelerinde, gerekse bütün Kurtuluş Savaşı müddetince Doğu Cephesi’nde: hizmet etmiş bulunan Paşa, şöyle diyor :

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Alman’ın sevinci!

“10 Ekim 1914’te Leyman Paşa (Liman Von Sanders) beni çağırdı, ellerini birbirine vurarak ve bir çocuk gibi sevinç içinde:

-Haberin var mı Kâzım Bey, Rus donanması bizim donanmaya taarruz etti, muharebe başladı. Tebrik ederim dedi. Enver Paşa’nın da bayram selâmlığında beni istediği haberi verildi; Aynı tebriki ondan da aldık!..

İşler aldı, yürüdü . Enver Paşa da Leyman Paşa da sevinçlerinden kaplarına sığamıyorlardı.

14 Ocakta mukaddes cihat ilan olundu.

Bunun faydasız bir iş olduğunu söyledimse de, benden mütalaa soran yok idi. Ben milli bir felaketi önlemek için surat asmalara istiskallere aldırmıyordum.

Enver Paşa’ya iki teklif yaptım:

Madem ki cihat ilan ettiniz, bari bundan sonra erkân-ı harbiyenizi (genel kurmayınızı) Türk yapın:

Cevabı:

-Seni erkân-ı harbiye reisi yapayım mı? Ya sen ya İsmet, başka kim var?

-Bu kış büyük hareketler yapmayın, Anadolu yollarının ikmaline çalıştırın.

Cevabı:

-İyi olur.

Leyman Paşa da:

-Beserabya sahillerine meselâ Akkerman’a kuvvetli bir Türk ordusu çıkararak, Rusların Avusturya-Macaristan ordusu üzerine yüklendikleri şu günlerde mühim muvaffakiyetler elde ederiz, ne dersin?

Diye sorduğu zaman:

-İmkânsız bir iş olduğunu, bir felaketin bütün Türkiye’yi de daha harbin umumi başlangıcında mahva sebep olacağını söyleyince kızdı ve bağırdı:

-Kafkasya’da Rus ordusu kalmadı, hepsi Avusturya Macaristan üzerine yürüyor, biz âtıl duruyoruz.

Cevap verdim:

-Kafkasya’da takatimiz kadar kuvvet tutuyoruz. Boğazlar’ı kapadık.

Bizden daha ne istersiniz? Türkiye’yi perişan edecek hissî hareketlerin acısını sonra siz de çekersiniz.

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Meçhul tayin

Enver Paşa’ya bu münakaşamızı anlattım ve Beserabya sahillerine yapılacak bir çıkarmanın muvaffak olamayacağını, özellikle Romanya ve Bulgaristan’ın vaziyetleri belli olmadan böyle bir teşebbüsün Boğazları da tehlikeye atacağını izah ettim. Hafız Hakkı Bey’in de bir

Kars hareketi hakkındaki etüdlerini görerek kışın bunun bir felaket olacağını kendisine de, Enver Paşa’ya da, Leyman Paşa’ya da söyledim.

Fakat bu teşebbüslerim sebebiyle genel karargâhtan atıldım ve hattâ 28 Aralık 1914’te Erzurum yolunda bulunan Enver Paşa’ya şu şifreyi yazmaklığıma rağmen: “Alınan ıslah heyeti, şubeden bir an evvel ayrılmaklığıma çalışıyor.

Malumu devletleri olan mahrem vazifeleri henüz kimseye devredemedim.

Avdet buyuruluncaya kadar şubeden ayrılmamaklığımı,Erkân-ı harbi-yenin selameti namına arza cesaret ediyorum.” Aynı günde gelen emirle hudut haricinde bir hedefe yola çıkardılar.

Tahran’a, Efgan’a ve belki de Hindistan’a!..

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Bir ordunun mahvı

Doğu Cephesinin KuruluşuEnver, kış ortası Sarıkamış taarruzunu söz dinlemeden yaparak güzel bir orduyu mahvetti.

Ben Bağdat’a gittim geldim, Çanakkale muharebesine tümen kumandanı olarak girdim.

O günlerden bir gün Enver Paşa beni çağırarak:

-Senin Galiçya’ya gidecek ordunun erkân-ı harp reisi (kurmay başkanı) seçilmeni muvafık buldum.

Alman orduları arasında bizi en iyi sen temsil edersin! dedi.

Enver Paşa ile hususiyetim (yakınlığım) bulunduğu için mevki ve rütbe farkına bakmayarak münakaşa ederdim.

Bana harbi umumiye (Cihan Harbi’ne)girdikten sonra sorduğu mütalaalara hep menfi cevap vermiştim.

Çok tehlikeli fikirlerine tesadüf ediyordum.

Bunları bana açmasının, önayak olmaklığım maksadına matuf (yönelik) olduğumu anlıyordum.

Bunlardan bazıları içinde, Anadolu’ya bir hayli Alman muhaciri getirmek ve İslâm ittihadı (birliği) yapmak fikirleri vardı.

Birincisinin sebebi, başka türlü tek başımıza medeni âleme girmemezi imkân bulunmayışı imiş. Ben bu iki fikri de şiddetle reddetmiştim. Şimdi hudut haricinde ordu göndermek fikrine de şiddetle karşı çıktım.

-Orduları kıyasıya harcıyorsunuz.

Harbi umumi bitmeden milleti mahvedersiniz.

Harbi umumiden sonra bize yükleneceklerini düşünerek, Anadolu’yu olsun kurtarmak için takatsiz kalmamaklığımız lazımdır.

Enver Paşa:

-Mesele harbi kazanmaktadır dedi.

Ertesi günü bir emir aldım. Yine Bağdat’a Golç Paşa’nın kurmay başkanlığına…

Ve bir daha da İstanbul’a yaklaştırılmadan Kuttülemare’nin düşürülmesinde ve bunu takib eden müthiş muharebelerde bulundum.

Irak cephesinden sonra da Kafkas cephesine tayin edildim.

Kafkasya’da vatanımızı ilaveten de eski verdiğimiz yerleri kurtardık.

Fakat durmak dinlenmek yoktu. İran’a yürüyecektik.

Şimdiye kadar vatan hudutları dışında 7.5 tümenlik yüzbin Türk genci kanlı harplere gönderilmiş ve buniar mevcutlarının beşte dördünü el diyarlarında kurban bırakmışlardı.

Bundan başka kış kıyamette yapılan Sankamış taarruzunda doksan bin kişilik kahraman bir ordudan onikibin kişi sağ kalmıştır.

İzzet Paşa ordusunun mühim bir kısmı da aynı şekilde dondan ve açlıktan mahvolmuştu.

Irak ve Filistin cepheleri üstün kuvvetler karşısında pek geniş hatlar üzerinde, zayıf ve tehlikeli vaziyetlerde bulunuyordu.

Filistin’de Leyman Paşa kumandasındaki üç ordu, üç fırka (tümen) kuvvetinde olduğu halde,birçok karargâh üstüste getirilmiş, bu vaziyet emir ve kumandada ve kadrolarda tedahiller (iç içe girmelen ve karışıklıklar doğurmuştu.

Üç ordu karargâhı ve bir ordular gurubu karargâhı…Hangi ait bulunduğu hususunda tereddüt ve ihtilaflar, bu sebepten ileri geliyordu.

İngiliz muvaffakiyetini temin ederek üç ordunun kısa bir zamanda mahvına sebep olanlardan biri de, Leyman Paşa’dır.

Güya bu vaziyetin tehlikeli olduğunu bildirmiş! Bu sözüyle tarihi mesuliyetten kurtulamaz.

Felakete sebep olacağına istifa etmenin de bir vazife olduğunu bilmesi lazım gelirdi.

Zayıf olan Filistin Cephesi takviye olunacağına, kuvvetli olan Kafkas Cephesi takviye edildi ve Romanya’dan 15. fırka Gümrü’ye getirilerek emrime verildi.

Bir taraftan Kafkas Azerbaycanı’na bir taraftan da İran Azerbaycanı’na yürüyecektik.

Böyle bir vaziyette kolordunun hudut haricine sürülmesini doğru bulmadım ve Gümrü’ye gelen Dahiliye müsteşarı Abdülhalik Bey’e (Abdülhalik Renda) 29 Haziran 1918’de vaziyetin tehlikesini anlatarak, Sadrazam Talât Paşa’ya izah edilmek üzere defterine dört madde halinde “Orduların kadro haline döndüğünü, imhilâlin (düşmenin, bitmenin) yakın olduğunu, cepheler takviye olunacağına, İslâmi ittihadı, Türk ittihadı gibi seraplar peşinde koşulduğunu, bu tarzda hareket edilirse, haro bitmeden cephelerin düşeceğini” not ettirdim.

İstanbul hükümeti ve başkumandanlık vaziyeti takdir etmiyordu.

Doğuda dahi ordular icad edildi ve bir de üstüne Doğu Orduları grubu kumandanı olarak Halil Paşa tayin olundu.

Bunu Sultan Reşad’ın vefat ettiği 3 Temmuz’da öğrendik.

Asıl teessüf edilecek şeylerden birisi de, Alman ve Avusturya gazetecileri peşimizden ayrılmazken, bizden ne bir gazeteci, ne de bir mebus (milletvekili) ortalarda görünmüyordu.

İstanbul gazeteleri Turan’a diye makaleler, şiirler yazarak, ölüm halindeki milleti aldatıyorlar ve hala kan vereceksin diye zorluyorlardı.

Büyük kumandanların resmi raporları ve Başkumandanın hükümete ve millete beyanları hep yalana istinad ediyordu.

Felaketi görenler de. korku ve riyakârlıktan yalan söylüyorlar ve nihayet soruyorlardı.

Hastalığını gizleyen budalalar gibi olmuştuk.

Beynimizin üstüne kadar uzanan yalın kılıçları görmemek için yukarıya bakamıyorduk.

Ben kendi şahsıma, zaferden zafere koşan bir ordu mensubu sıfatıyla sıkıntıda değildim.

Fakat daha seferberlikte hesaplarımı yapıp, Enver Paşa’ya verdiğim Çanakkale ve İzmir çıkartmalarıyla aramızda büyük bir mesafe kalmadığını, çökebilecek güney cephelerinizden de gelecek tehlikelerde Anadolumuzun da istilaya uğrayabileceğini görerek, büyük endişelere düştüm.

20 Temmuz 1918’de karargahıumumî istihbarat şubesi müdürü Seyfi Bey’e (Seyfi Paşa) aşağıdaki mektubu yazdım: ,

“Sevgili Kardeşim Seyfi”!

Seni ve sesini onbeş gün gecikmeyle gelen ajanslardan duyuyorum.

Gelemediniz ki dertleşelim, koca Kars^vilayeti.

Bari bir gazete muharriri gelebilseydi.

Ben zannediyorum ki, artık insan olduğumuzu cihana gösterebileceğiz.

Fakat ne yazık ki, Alman ve Avusturya muhabirleri lâzım olduğu gibi geldiler ve gittiler, eserlerini yazdılar, milletlerine bu ufku da seyrettirdiler.

Fakat bu milletin, bu zavallı Türk’ün ne bir mebusu, ne bir ayânı (senatörü) ne de bir gazetecisi görünmedi. Acaba zahmet ve fedakarlık mı addolunuyor, anlamak mümkün değil… İstanbul afetzedelerine gazeteler vagon tavsiye ediyor.

Bir çift göz gelse de, bir görse Kars nedir ve millet namına içinde kaç canlı mahluk var, Seyfi!.. Erzincan, Erzurum, Kars, Gümrü, Ka-rakilise… İlah yerler, boğazlara kadar çıkan karlar arasında mermer kadar katı ve soğuk emir ve kumandalarla ele geçti.

§unu her an görüyorum ki, heyet-izabıtanımız (subaylar heyetimiz) ve efradımız (askerlerimiz, ferdlerimiz), emsalsiz derecede cefakeş ve fedakâr… Herkesin sevgili kaybı üçten aşağı değil.

Fakat kendi varlığını kaybedinceye kadar o metin bir varlık. Bunlar için titremeyen kalpleri, Allah titretsin.

İstirdat olunan (düşürülen, yeniden alınan) bu mülkü, bu zavallı millet yalnız resmi raporlardan mı öğrenecek? Bir matbaa makinesiyle iki gazeteci Kars’a kadar gelip ileri geri irfan saçmayacak mı? Bugün Dobruca’da Bulgar gazetecisi var.

Tiflis’te Almanca gazete çıkıyormuş!.. Orduyu milletim irfanı takib etmez mi?.. Muharrirler milletin dürbünüdür

Hiçbir millet ordusunu başıboş havasına bırakmaz.

Tasavvurlarla neticeler bir mi?.. Bunu yalnız resmi raporlardan anlamak, asırları çoktan geçmiştir.

O sahifeler facialarla doludur. Tekrar okunmamalıdır.

Bugün koca bir iklimin (memleketin) zabtı ve işgali, idaresi, ıslahı, muhtelif gözlerle görülmeli gösterilmelidir.

Bir zâtın yazdığı, ancak kendi hayat kitabıdır ki, her fiili, beğenilmiş görülür.

Bu değişmez bir tabiat kanunudur.

Herhalde bu iklim ve buranın milleti acele olarak tetkik edilmeye layıktır.

Ve bunu ancak kalemi hür, sözü hür meslek erbabı yapar.

Bana ne yazsalar, benim üstümdekilere yazacağım kendi hissiyatım olur.

Ne millet, ne de hükümet buraların ve daha uzakların halini, bu şartlar altında olduğu gibi bilemez.

Tabii, geleceğini de doğru olarak düşünemez.

Gümrü’de bir Avusturyalı muharrir, günlerce oturdu.

Halkın ruhuna girdi.

Makaleler, eserler yazdı.

Fotoğraflar aldı ve zoraki buradan çıkıp gitti.

milletimiz Turancıları, yine İstanbul’un mavi seması altında şair midirler? Zavallı Türk, Türklük namına yürü, yoruluncaya kadar, hatta ölünceye kadar yürü!..

 
Kâzım Karabekir”
 

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Gaflet ve gurur

 
20 Temmuzla-19 Eylül 1918 arasında iki ay vardır.
 
İki ay sonrası milli felaket günlerimizin başlangıcıdır.
 
Gaflet gururun ayrılmaz bir parçasıdır.
 
Bilhassa bizim tarihimiz mağrurların gafletiyle doludur.
 
Mağrur gafillerin bizzat sebep oldukları milli felaketler önlerine kadar geldiği ve hatta gösterildiği halde, nasıl olup da göremediklerine, bilmem kaçıncı defa olmak üzere, şahit olacağız.
 
Doğu Cephesinin KuruluşuHâlâ her şeyi dahiyane bildiği ve idare ettiği dalkavuk ve riyakâr bir zümre tarafından lafla yazıyla ilan olunuyor.
 
Bayezit meydanında (celadet hatırası) abidesi etrafında ölüm dirim saatlerini yaşayan millete her gün yalan uyduruluyordu.
 
Gerçi Rusya çökmüştü.
 
Fakat müttefiklerimizin ve bizim de halimiz buna yakındı.
 
1 Ağustos 1918’de kolorduma Tebriz’in işgali emrolundu.
 
Bu hareketin lüzumsuzluğunu, hattâ felâketini anlatarak, Aras nehrinin güneyine geçmektense, Nahcivan mıntıkasıyla Türk Azerbaycan’ı arasındaki Zanzegur mıntıkasını açmak ve buradaki Taşnak çetelerini temizlemeyi mükerreren orduya yazdım.
 
Kolordumu maksatsız bir istikâmete sevketmeyiniz dedim.
 
Fakat şiddetli emirlerle Tebriz’e yürütüldüm ve burayı tehdit eden İngilizleri Meyane doğusuna kadar tardettik.
 
 

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Padişahın marifeti

 
 
13 Ağustosta Başkumandanlığı Sultan Vahdettin, Erkân-ı Harbiye-i umûmiye reisliğini de Enver Paşa’nın üstlendiği tebliğ olundu.
 
Fakat ahvâlde bir değişiklik yok idi.
 
Bir sürü Alman ve bir sürü hiçlerden mü rekkep riyakâr bir zümre arasında, daha bilgili, daha mütehassıs arkadaşlarımız bile doğru yolu göremezken, her şeyin cahili bulunun padişahın ne marifet gösterebileceği meydanda idi.
 
Ben Enver Paşa’ya itimada şayan Türk erkan-ı harbiyesiyle çalışmasını mükerreren rica etmiş idim, ne yazık en iyi kumandan ve erkânı harpler (kurmaylar) İstanbul’a yaklaştırılmıyordu.
 
Almanların, İran hareketi arzusu, Hindistan’ı tehdit ederek daha fazla Ingiliz Kuvvetini çekmek maksadını güdüyordu.
 
Bu zihniyet, bütün harp müddetince devam etti.
 
Felaketimizin bir sebebi de bu zihniyet oldu.
Mütareke şartı
 
15 Eylülde Bakû’yu da zaptettik.
 
Fakat 19 Eylül 1918’de üstün kuvvetlerle bizi tarihte misli az görülür bir hezimete (bozguna) uğrattılar.
 
Onbeş dakikalık şiddetli bir topçu ateşinden sonra ingilizler taarruza kalkıyor ve iki saatte Cevad Paşa kumandasındaki 9. Ordu cephesini yarıyorlar ve İngiliz süvarisi ordunun gerisine geçiyor.
 
Tayyareler kumanda karargâhlarını bombalıyor. İkinci gün sabahında Nasıra’da Liman von Sanders’in karargâhı bir İngiliz süvari tugayı tarafından basılıyor ve o gün 8. Ordu’dan ortada bir eser kalmıyor.
 
Sıra 8. orduya bitişik 7. Ordu’ya geliyor, bu ordunun da mühim bir kısmı ricat esnasında tayyareler ve süvariler tarafından mahvediliyor.
 
En sol cenahtaki Cemal Paşa’nın 4. Ordu’su ve 7. Ordu bakiyesi de 30 Eylülde Şam’da mahvediliyor.
 
En değerli, en şöhretli kumandanlarımız, ancak cüz’i maiyetleriyle 14 günde 600 kilometre katetmek suretiyle Anadolu hudutlarına can atabiliyorlar ve mütarekenin zaruri olduğunu bildiriyorlar.
 
Katma sırtlarında 2. Ordu kıtalarından da istifade ile ancak bir İngiliz süvari tümeninin hareketi durdurulabiliyor.
Anadolu’yu ezdirmeyelim
 
21 Eylülde, taarruz edecek düşman bulamayan İngiliz ordusu toplanıyor ve işi tayyareye ve süvariye bırakıyor. İngilizlerin bu hareketteki kuvvetleri 57 bin tüfek, 21 bin kılıçtır.
 
Bizim kuvvetlerimiz 31 bin tüfek 6 bin kılıçtır.
 
İngilizler toplam 75 bin esir ve 360 top alıyorlar.
 
Bütün menziller, parasiyle, maizemesiyle, insan, hayvan ve erzakiyle İngilizlerin eline düşüyor.
 
14 günde İngilizlerin eline terkettiğimiz arazi, Kızılırmak’la Meriç nehri arası kadar bir sahadır.
 
Yani Ankara ile Edirne arası kadar. Tarih bu kadar acı sillesini ancak kendisinden ders almayanlara aşkeder.
 
Filistin’deki ordularımızın felaketine sebep, 1. Başkumandanlığın cepheleri idare edişindeki yanlışlık, 2. Mevzi yanlışlığı, 3. Mevzide vaziyet yanlışlığı, 4. Geri tertiplerde noksanlık ve yanlışlıktır. Bu hususları Türkiye’de Almanlar isimli eserimde tafsil ettim.
 
Ne gariptir ki, 7 Ekimde Suriye’de üç ordumuzun mahvından sonra bir İngiliz süvari fırkası eğlenceli biryürüyüşle Halep’e doğru gelirken, ben Tebriz’de idim. Şark orduları grup kumandanı Halil Paşa biraya gelmişti. O gün bana şu teklifi yaptı:
 

-Tahran’ı hiç olmazsa Reşt’i işgal et!..

 
Cevap verdim:
 
-Vatanımızın felâkete düştüğünü, hâlâ kabul etmiyor musunuz? Artık bir adım ileri gitmem. Ordunun sağ cenahından sol cenahına mesafesi 600 kilometreden fazla. Yalnız benim kolordum 200 km.sahaya dağılmıştır. Son gününde olsun Anadolu’yu ezdirmeyelim.
 
Halil Paşa düşüncemi kabul etti ve:
 
-Bir daha senin sözünün aksini yapmam, çünkü dediklerin çıkıyor, dedi. Halil Paşa Tebriz’den ayrılırken:
 
-Belki, ingilizlerbu kabinenin mütareke teklifini kabul etmezler, dedi.
Milletimizin faydasına
17 Ekimde Enver Paşa’nın son emrini aldık, ayın 13’ünde yazılmış, şöyle diyor:
 
“Dinimizin ve vatanımızın tealisi (yükselmesi) ve muhafaza-i hukuk ve namus (haklarının ve namusunun muhafazası) için yegâne istinâtgâhı olan ordu ve
 
çekilmesiyle, insan, hayvan ve erzakiyle İngilizlerin eline düşüyor.
 
14 günde İngilizlerin eline terkettiğimiz arazi, Kızılırmak’la Meriç nehri arası kadar bir sahadır. Yani Ankara ile Edirne arası kadar. Tarih bu kadar acı sillesini ancak kendisinden ders almayanlara aşkeder.
 
Filistin’deki ordularımızın felaketine sebep, 1. Başkumandanlığın cepheleri idare edişindeki yanlışlık, 2. Mevzi yanlışlığı, 3. Mevzide vaziyet yanlışlığı, 4. Geri tertiplerde noksanlık ve yanlışlıktır. Bu hususları Türkiye’de Almanlar isimli eserimde tafsil ettim.
 
Ne gariptir ki, 7 Ekimde Suriye’de üç ordumuzun mahvından sonra bir İngiliz süvari fırkası eğlenceli biryürüyüşle Halep’e doğru gelirken, ben Tebriz’de idim. Şark orduları grup kumandanı Halil Paşa biraya gelmişti. O gün bana şu teklifi yaptı:
 
-Tahran’ı hiç olmazsa Reşt’i işgal et!..
 
Cevap verdim:
 
-Vatanımızın felâkete düştüğünü, hâlâ kabul etmiyor musunuz? Artık bir adım ileri gitmem.
 
Ordunun sağ cenahından sol cenahına mesafesi 600 kilometreden fazla. Yalnız benim kolordum 200 km.sahaya dağılmıştır. Son gününde olsun Anadolu’yu ezdirmeyelim.
 
Halil Paşa düşüncemi kabul etti ve:
 
-Bir daha senin sözünün aksini yapmam, çünkü dediklerin çıkıyor, dedi. Halil Paşa Tebriz’den ayrılırken:
 
-Belki, ingilizlerbu kabinenin mütareke teklifini kabul etmezler, dedi.
Milletimizin faydasına
17 Ekimde Enver Paşa’nın son emrini aldık, ayın 13’ünde yazılmış, şöyle diyor:
 
“Dinimizin ve vatanımızın tealisi (yükselmesi) ve muhafaza-i hukuk ve namus (haklarının ve namusunun muhafazası) için yegâne istinâtgâhı olan ordu ve donanma harb-i umumîde emellerine muvaffak olamadı ise, bundan hiçbir veçhile müteessir olmayarak Cenâb-ı Hakk’ın yakın gelecekte ihsan edeceği ilk fırsatta nailiemel olacağına emin olarak vazife ifasına devam eylemelidir.”
 
Birlikte en tehlikeli işler başardığımız ve birçok müsademelerle (çarpışmalarda) ölüm tehlikesi altında pek samimi hislerle bağlandığım Enver Paşa’ya da, orduya da, millete de, vatana da pek yazık olmuştu.
 
Daha onsene evvelinden itibaren söylediğim hakikatlere birer şahit olmasına ve bilhassa umumi harb hakkında vukuundan dört ay evvel nazar-ı dikkatini çekmekliğime, vukuundan sonra da milletimizin faydasına olan tekliflerime rağmen, beni muhitinden ayırmak isteyen Almanlara uydu.
 
Riyakâr ve hilekâr insanların, dehasını alkışlarla yadetmesi ve tebcil etmesi sonundagurur hastalığına tutuldu.
 
Bu hastalığın en yüksek bir şahsiyeti ne acıklı hale koyabileceğine, böyle bir adamın vatan ve milletin başına neler getirebileceğine, bu Cihan Harbi’nde yalnız biz değil, Ruslar ye Almanlar da şahit oldular.
 
İlimsiz, emeksiz yüksek kazançlara çıkarılan birtakım hiçlerin riyakârlıkları karşısında nice değerli varlıkların hakikatle bağlantıyı kaybedeceklerine, bilhassa Rus çarıyla Enver, beliğ bir misaldir.
Her milletin tarihinde böyle gafiller görülmüştür.
 
Bizim tarihimiz bunlarla doludur. Enver Paşa, vaktiyle binlerce vatandaşın azim ve celaletiyle kazanılan meşrutiyeti bir hil’at (elbise, örtü) gibi kolayca omuzlarına aldıktan ve ınkilâbların doğurduğu gayrı tabiîlik neticesi emeksiz birkaç rütbe ile en büyük makamı işgal ettikten sonra hakikâte karşı yalnız kör ve sağır değil, ona karşı hattâ düşman oldu.
 
Yükselirken atladığı muhtelif rütbe ve makamların tecrübelerinden geçmemiş olan Enver, lüzumsuz yere erittiği ordulardan ne istediğinin farkında değildi.
 
Türk yavrularını öyle bir mütareke ile karşı karşıya getirdi ki, artık ana vatanı, harab Anadolumuzu müdafaa etmekten başka birvazifemiz kalmamıştı.
 
Bu vazifeye koşmak emrini kim verecekti? Ya istiklâl, ya ölüm! gerçeğini kim haykıracaktı?
 
Başkumandan Enver Paşa da,Sadrazam Talat Paşa da,bu mağrur gafillerin üçüncü reisi olan Ahmet Cemal Paşa da, Anadolu’nun malını, canını, el uğruna insafsızca, şuursuzca emdikten, bitirdikten ve Filistin’deki üç ordu gibi Musul cenûbundaki Ali İhsan Paşa kumandasındaki 6. ordumuzun da izmihlâlini (yok oluşunu) seyrettikten ve 30 Ekim tarihli mütareke şartlarını okuyarak dört yıllık gafletlerinin âkıbetini de gördükten sonra kaçıyorlardı.
 
 
 

Doğu Cephesinin Kuruluşu – Memleket sevgisi

 
 
 
Bilhassa Talât ile Enver’i pek eskiden beri tanımış ve birlikte en tehlikeli işleri deruhte etmiştik.
 
Namus, fazilet ve memleketlerine karşı en büyük sevgi ve fedakârlık hisleriyle meşbu (dolu) olduklarını bildirdim.
 
Hürriyet mücadelelerinde en ileri saflarda en mühim işler gördüler, sonraları da milliyetperverlik hisleriyle orduyu gençleştirmek ve milletin geleceğini tehlikeye koyabilecek teşebbüsleri önlemek gibi daima hayırla yâdedilecek işler yaptılar.
 
Fakat pek genç yaşta ve pek kolaycak milletin mukadderatını ellerine geçirince, etraflarını saran dalkavuklar ve hiçler alayı yüzünden gerçekleri göremez.
 
Tenkitleri dinleyemez hale geldiler,sonunda da hayatlarının bilançosunu vermeden 2 Kasım 1918’de vatanı, milleti ve orduyu terkederek kaçtılar.
 
 
 
Wilson prensipleri!
 
 
 
Wilson prensiplerinin cazip vaidlerine kapılarak harpten bıkanlar, veya mağlubiyete giriftâr olanlar da Mondros Mütarekesi’ni uysallıkla ve kolayca kabul ettiler.
 
Fakat bir seneye yakın bir zamandan beri zaferden-zafere koşarak bütün Doğu vilayetlerimizi istirdat ettikten (kurtardıktan, geri aldıktan) sonra Ermenistan’ı, Kars’ı ve Gümrü’yü ve Rusların milyonlar sarfederek yüzlerce topla tahkim ve teçhiz ettikleri kaleleri hesapsız ganimetle zapteden Doğu ordusunun bir kumandanı sıfatıyla böyle bir mütarekenin hayra alamet olmadığını, mütarekenin tebliği anından itibaren gördüm.
 
Mütareke esnasında Tebriz’de bulunan kolordu karargâhı lağvolundu ve ben genelkurmay başkanlığına getirilmek arzusuyla İstanbul’a çağrıldım.
 
Gelirken Batum depolarındaki birçok sahra topunu ve mermisini iki büyük şalopeye yükselttirdim ve Reşid Paşa vapuruna bağlayarak Trabzon’a çıkarttım.
 
28 Kasım 1918’de Boğaziçi’ne girdiğimiz zaman Ingiliz ve Fransız bayraklarının sallandığını görerek, heyecana geldim.
 
Büyükdere’de merasimle İngiliz bayrağı çekildiğini gördüğüm dakikada, tek dağbaşı mezarı oluncaya kadar mücadele edip, istiklâlimizi kurtarmak için çalışmaya yemin ettim.
 
29 Kasım 1918’de Zeyrek’te kilise camii karşısındaki ağabeyime ait evde, beni ziyarete gelen en yakın arkadaşım, Harbiye Nezareti Müsteşarı Miralay İsmet Bey’e düşüncelerimi şöyle izah ettim:
 
-Genç kumandanların İstanbul’a toplatılması ve hususiyle beni Doğu’dan ayırmak büyük bir gaflet olmuştur. Beni dernal Doğu’ya iadeye çalış.
 
Ben orada milleti tenvir ve onlara yardım ederek Doğu’da yeni bir hükümet vücuda getirip, evvela Doğu bölgesini emniyete alır, sonra da Batı bölgelerinin tehlikeden kurtarılmasına yardımcı olurum.
 
İtilâf devletlerinin harekata devam etmeyip, bizimle mütarekeyi kabul etmiş bulunmasından, yeni bir çarpışmaya kalkışacaklarını sanmıyorum.
 
İsmet Bey, beni Şark’a tayin ettirmek için çalışacağını vaad etti.
 
 
Şark’a iade
 
 
30 Kasım 1918’de Harbiye Nazırı Abdullah Paşa’yı ziyaret ettim.
 
İttihat ve Terakki’yi batırmak gayesiyle gazetelerin Ermeni katliamı efsanesi hakkında yanlış yayın yapmalarının tehlikesine işaret ettim.
 
Ve Ermeni mezalimine ait topladığım vesika ve fotoğrafları vererek ismet Bey başkanlığında bir komisyon kurdurup, gerçek vaziyeti tesbit eden bir broşür neşredilmesini temin ettim.
 
1 Aralık 1918’de Genelkurmay Başkanı Cevad Paşa’yı ziyaret ederek, İstanbul’da toplanmaklığımızın gafletini izah ve benim derhal Şark’a iademi ve ordunun zayıflatılmamasını rica ettim.
 
Sadaretten istifa etmiş bulunan Müşir İzzet Paşa’yı da aynı gün ziyaretle, milletin istiklâlinin mahvına gidildiğini, tehlikeyi ancak Şark’tan bertaraf etmek imkânımızın bulunduğunu takdir edip, beni getirmemeleri lazım geldiğini, barışın imzalanmasından evvel ordunun kuvvetten düşürülmemesini ve benim yeniden Şark’a iade edilmemi ve kendisinin işbaşından uzaklaşmasının doğru olamadığını söyledim. Paşanın gözlerinden yaşlar boşandı.
 
-Demek seni getirmekle vatana fenalık ettim. Bazı arkadaşlarımla görüşeyim, kararımı söylerim dedi.
 
 
 
Genç, mert ve güvenilir
 
 
 
6 Aralık 1918’de Selamlık merasiminde usulen huzura ka bulundum. Ve padişaha da hi: Barışın tamamen görülme den ordunun zayıflatılmamas ve bilhassa genç kumandanla rın ordu başından ayrılmaması gerektiğini, aksi halde ikinci bi Endülüs vaziyetinin pek uzak o madiğim beyan ettim.
 
Ayrıca benim Şark’a ve İstanbul’da toplanan genç kumandanların da Anadolu’ya orduları başına iade edilmeleri halinde, Türklüğün öldürülemeyeceğini söyledim. Cevaben:
 
-Sizin gibi genç, mert ve şayan-ı itimat kumandanlaramalik olan millet, elbette zeval bulmaz. Berhudar ol!.. Senin gibi bir kumandana malik olmakla ben ve milletim iftihar eder, dedi.
 
İşte bu mülakattır ki, benim ve diğer genç kumandanların işbaşına geçmesini temin eden amillerden (sebeplerden, faktörlerden) birisi oldu.
 
23 Aralık 1918’de Cevat Paşa Harbiye Nezareti’ne ve Fevzi Paşa da Genelkurmay Başkanlığı’na tayin olundular.
 
Kendilerini tebrike gittim. Beni Tekirdağ’ındaki 14. Kolordu’ya tayin ettiklerini, bunun ilk kademe olduğunu ve ilk fırsatta Şark’a iade edileceğini Cevad Paşa söyledi.
 
Müsteşar İsmet Bey de teyid etti.
 
2 Ocak 1919’da Tekirdağ’a vardığım zaman, orada kalmanın zaman kaybından başka bir şey olmadığını görerek, kolordunun bir an evvel Balıkesir’e nakli için teşebbüsatta bulundum ve müsaade almaya muvaffak oldum.
 
13 Mart 1919’da Şark’taki iki kolordudan mürekkep dokuzuncu ordunun ismine 15. Kolordu namı verilerek beni kumandanlığa tayin ettikleri emrini aldım.
 
Fakat bu esnada bir rütbe tasfiyesi meselesi ortaya atıldı.
 
Muharebe meydanlarında kazanılan rütbelerin tenzil edileceği bildiriliyordu.
 
Bunun için benim Şark’a gitmekliğim bir müddet geri bırakıldı.
 
Büsbütün vazgeçilmesinden endişe ederek, esasen benim de Şark’a gitmeye pek heveskâr olmadığımın propaganda edilmesini İsmet Bey’den rica ettim.
 
23 Mart 1919’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin Ahmet Rıza Bey’le görüşerek adı geçenin reisliğinde bir kabine teşkili ve kendilerinin Harbiye Nazırlığına geçmesini ve benim de kabinede bir mevki almaklığımı arzu ettiklerini öğrendim. Ve İsmet Bey, vasıtasıyla da bu yolda bir teklif aldım.
 
Bunun milli felaketi çabuklaştırmak tan başka bir işe yaramayacağını, biran evvel genç kumandanların Anadolu’ya atılmasından başka çare olmadığı hakkındaki nokta-i nazarını İsmet Bey’e yeniden söyledim.
 
 
Rütbe tasfiyesi
 
 
10 Nisan 1919’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı ziyaret ederek, daha fazla vakit kaybetmeden Şark’a gideceğimi söyledim.
 
Rütbe tasfiyesi muhakkak olduğundan,beyhude gitmemekliğini ve mahcup olarak dönmemenin fena olacağını söyledi. Tasfiyede kaymakam olacakmışım.
 
Ben harbi umumî başlangıcında kaymakamdım. Çanakkale’de miralaya ve Birinci Şark zaferinden dolayı da Ermenistan’da mirlivalığa (tuğgeneralliğe) terfi etmiştim.
 
Fevzi Paşa hazretlerine, Şark’ta millî bir nüve kuracağım hak-kındaki mütalaamı, tasfiyemin mevzubahis olamayacağını söyledim.
 
-Seni divanıharbe verirler, ded!’er. Ben de pek samimi ve hürmetkâr rabıtam dolayısıyla, mahrem kalacağına emin olarak:
 
-Trabzon’a ayak basmaklığıma engel olmayınız, ötesi millî dava olacaktır, dedim ve müsaadelerini aldım. Harbiye Nazırı Şakir Paşa’yı da hareketim için ikna ettim. Paşa:
 
-Kıtaatınızda iaşe buhranı vardır. Gider gitmez hayvanları elden çıkar ve bu suretle iaşe sıkıntısını giderebilirsiniz. Allah kolaylık versin, dediler.
Padişahın korkusu
Ben iaşe buhranına karşı Sinop’tan itibaren iskelelerdeki âşar ambarlarından istediğim kadar erzak alabilmek için, kendilerine bir emir imzalattım. Tavsiyelerini de yerinegetirece-ğimi vaad ederek, veda ettim.
 
11 Nisan 1918 Cuma günü, padişaha arzı veda için selamlığa gittim ve huzura kabul olundum.
 
Beni Şark’taki 9. Ordu kıtalarından müteşekkil olan 15. Kolordu kumandanlığına tayin buyurduklarından dolayı teşekkür ettim ve İstanbul’da kolordu kumandanlıklarından gelmiş genç kumandanların Anadolu’ya kıtaların başına geçirilmesi için istical buyrulmasını (acele edilmesini) aksi halde telafisi gayrı mümkün felaketlerle karşılaşacağımızı hatırlattım ve itilaf devletlerinin ordularımızın silahlarını toplamaya başladıklarını ve bunun neticesinin korkunç olacağını izah ettim. Sultan Vahdettin iltifat ve dua etti.
 
Büyük bir korku içinde kıvranıyordu.
 
Sözlerim iyi tesir etti. Fakat uzun görüşmekten endişe ile
 
-Fazla görüşmek münasib değil, Cuma selâmlığıdır. Fakat fikrinizi takdir ediyorum, dediler.
 
Arzı veda ile metanet tavsiye ettim.
 
 
 
insani vesikalar
 
 
 
Huzurdan sonra İzzet Paşa, Cevad Paşa, Şevket Turgut paşalar gibi kendilerine yaptığım ricalarımı, is’af ile beni Şark’a tayine çalışan zatlara, arzı teşekkür ve veda ettim.
 
En son ziyaretim de, İsmet Bey’le hasbihal oldu. Ve 12 Nisan 1919’da gayet sessizce İstanbul’dan vapura bindim ve 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım.
 
Güzelhisar’daki dairemde Trabzon muhafaza-i hukuk heyetiyle görüştüm.
 
Reisleri Barutçuzade Ahmet Efendi idi. Cemiyetlerinin maksadını sordum.
 
Şu cevabı aldım: Bu havalinin Samsun’la beraber Pontus hükümeti teşkil edilerek Rumlara verilmesi veya Ermenilere geçirilmesi gibi tehlikeleri önlemek için medenî âleme tarihî, siyasî, İnsanî vesikalar göstererek adâlat ve merhamet istemek ve bundan sonra Hıristiyan unsurlarla iyi geçineceğimize onları inandırmak gibi şeyler…
 
Dedim:
 
-Arkadaşlar, bu teşebbüsler can çekişen vatana mersiye hazırlamaktır. Vatanımızı ancak silah kuvvetiyle kurtarabiliriz. Bunun için de evvela silahlarımızı vermeyeceğiz.
 
Cevap ajdım:
 
-Böyle bir teşebbüse karşı İngiliz donanması şehri bir saatte yakamaz mı?
 
Cevap verdim:
 
-Evvela emin olunuz ki, bu işe İngiliz falan karışacak değildir.
 
Silah toplamak bunu göstermiyor mu? Eğer işe İngiliz Donanması ve İtilaf askerleri karışacak ise, bu külfete ne lüzum var? Mesele şudur: Silahları aldıktan sonra ya Rumlar ayaklanacak, yahut Ermeniler gelerek hepimizi kesecek.
 
Harbi umumide Rus donanması hangi şehri yaktı?.. Onlar gibi medeni bir millet böyle vahşice iş yapar mı? Ama her gün vapur dolusu gelen Rum muhacirlerini görüyorsunuz.
 
Bunlar arasında kimbilir ne kadar zabit ve neferi vardır.
 
Kimbilir, ne kadar silah ve bomba getiriyorlar ve sahillerden kaçak olarak neler giriyor. Eğer silahlarımızı verirsek, İtilaf askerlerine lüzum kalmadan sizi mahvedebilirler.
 
 
 
Namusumuzla müdafaa
 
 
 
Herhalde namusumuzla müdafaaya karar verelim, gaflet içinde kalıp mahvolmayalım. Bütün Şark bir ad altında toplanarak milli bir kuvvet yapın, ben de sizin emrinizde, icab ederse hayatımı feda ederim.
 
Heyet müttefiken memnuniyet duyduklarını, benden ayrılmayacaklarını ve ne lazımsa canla başla yapacaklarını vaad ettiler.
 
Ordunun sürgü koiu, kama ve cephanelerini almak üzere bir İngiliz subayı vardı. Erzurum’da da Miralay Ravvlinson varmış.
 
Lord Curzon’un (İngiliz Hariciye Nazırı) kard
 
eşi imiş. Trabzon’daki İngiliz subayı da ona tâbi imiş. Bu zabit beni ziyaret ederek bir tümende 1500 silahtan fazla bulunamayacağından fazla silahı alacağını söyledi.
 
Dedim:
 
-Amirinizle ben görüşeceğim. İşi sonra hallederiz.
 
Erzurum’dan Trabzon’daki ambarlara gelen bu kabil malzemeyi verdirmedim ve başka yerlere naklettirdim. Ravvlinson’ada ben Erzurum’a gelinceye kadar beklemesini yazdım.
 
Fransız Konsolosu namiyle bir zat da ziyaretime gelerek şöyle söz açtı:
 
-Buralarda ne arıyorsunuz? Boğazların etrafında birkaç vilayet size yetişir nüfusunuz az.
 
Cevap verdim:
 
-Bu işi hükümetler halleder. Siz şurada burada böyle şeyler söylemeyiniz. Halk biraz terstir, mesele çıkarmayalım. Hem de umumî harpten kalma dehşetli silah, bomba ve makinalı tüfek vardır. Her evde en aşağı beş altı silah bulunur.
 
O!.. Bu müthiş!., iyi ki ikaz ettiniz… Mersi… Fakat başka bir şeye dikkatinizi celbederim. Burada ihtiyad subayı kulübü var. Bunların İttihatçı oldukları haberini aldım, bu kulübü kapatmalı…
 
-Şimdi İttihatçı falan kalmadı. Onlar siyasetle uğraşmazlar ^e ben de bunlara Karışmam.
 
-Erzurum’da subaylar siyasetle uğraşıyormuş.
 
-Erzurum’a gidince bunu men ederim.
 
Nihayet 3 Mayıs 1919’da Erzurum’a geldim. Beraberimde getirdiğim yaverlerim yüzbaşı Ferid ve Selahadin beyler İstanbul’dan beri fikrime vakıf idiler.
 
Bu kere de tümen kumandanlarım Rüştü,Halit, Osman Nuri ve Cavit beylere, kurmaylarım Mustafa, Fahri, Veysel ve Kamil beylere ve diğer maiyet kumandanlarım ve zabitlerim Şahin, Arif, Mehmet, Ali, Nuri, Cemil, Nazmi ve Salim beylere ve diğerlerine vaziyetin felaketini ve bundan kurtulmak için düşündüklerimi anlattım. Kemali hürmetle emrimden çıkmayacaklarını bildirdiler.
 
Hoca Raif Efendi başkanlığındaki Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile de görüştüm ve kendilerine aynı izahatı verdim.Cemiyetle anlaştık, her hususta mutabık kaldık.
 
Benimle daimi temasın bir veya iki zat tarafından yapılmasını, diğer hususlardaki yardımı için fırka (tümen), kumandanı Rüştü Bey ile görüşmelerini, her askerî makama, cemiyete yardımcı olmaları için emir verdi ğimi bildirdim.
 
Onlarda benim le temasa, Reisleri Raif Efend ile Necati Bey’i memur ettiler. Raif Efendi, Trabzon’da İngiliz donanmasından korkulduğu gibi burada da ordunun tahliye ve terhis edilmesinden korkulduğunu söyledi…
 
Buna katiyyen meydan vermeyeceğimi söyledim ve Erzurum’un doğusunda ölmedikçe Erzurum’un ordu tarafından tahliye edilmeyeceğine dair kati söz verdim ve kendilerinden şu ricada bulundum.
 
Şark vilayetleri teşekküllerinin birleştirilmesi, silah teslim etmemek ve maruz kalacağımız tecavüzlere karşı cephe tutmak kararının benden çıktığının ortaya yayılmasını, işimizin kıymetini azaltıp zorluğunu çoğaltması sebebiyle muvafık görmüyordum, her teşebbüs mutlaka halkın ruhundan kopacak ve milli gaye millet tarafından bana emredilecektir.
 
Kavgamızın bir generalin isyanı değil, milli istiklalimizin kurtarılması için milletin birlik ve azminin bir muhassalası (sonucu) olduğu, cihana gösterilmelidir.
 
İşte bu esaslar üzerinde halk, benim hiç müdahalem olmadığı halde, yer yer birbiriyle yazışarak anlaştılar ve Erzurum Kongresi’ne karar verdiler.”
 
 
Sürgü kolu
 
 
 
Karabekir Paşa Erzurum’a geldikten sonra karşılaştığı meselelerden birisi silahların sürgü kolu ve kamalarıyla cephanenin ingilizlere teslim edilmesi keyfiyetidir.
 
Karabekir bu işi savsaklamak için sürgü kolu, kama ve cephanenin nakli için para bulunmadığı bu sebeple İstanbul’dan para istenmesi gerektiğini ileri sürdü.
 
Trenle Ermenistan ve Gürcistan üzerinden Batum’a sevkedilmesi yolundaki isteklere de, tren yolundaki yarları geceleri yıktırıp, yolun yağmur ve fırtınadan bozulduğu şeklinde raporlar hazırlatıp, bunun da imkânsız olduğunu resmen tesbit ederek çareler buldu.
 
Subayları köylü kıyafetine sokup, onlara kendi demiryolcularımızı ve muhafızlarımızı dövdürmek ve trene nezaret eden İngiliz müfrezesinin subaylarını tehdit ettirmek suretiyle silah yüklü treni tekrar Erzurum’a çevirtti.
 
Paşa, bu mevzuda, hem silahları toplamaya memur edilen İngiliz heyetiyle ipleri koparmamak, hem de silahların İngilizlerin eline geçmesini önlemek için gerektiğinde ustaca hazırlanmış tedbirler bulmaktan da geri kalmadı. İngiliz subayları önünde ahalinin, kolordu kumandanlığına gelip:
 
-Siz silah ve cephaneyi neye teslim ediyorsunuz, diye kendisinden hesap sormalarını sağladı. Ve onlara:
 
-İngiliz heyetinin ve hükümetinin ısrarları karşısında kalmış olduğunu bildirdi.
 
Halk bunun üzerine, kontrol heyetinin başkanı olan İngiliz subayına gidip:
 
-Cephanelerin gönderilmemesi için kumandanı tehdit ettik. Bunu siz yaptırıyormuşsunuz. Bu sizin hayatınıza malo-lur, dediler. Karabekir Paşa, diğer taraftan, Ingiliz kontrol heyeti başkanı ve Lord Curzon’un kardeşi Albay Ravvlinson’a haber gönderip:
 
-Şimdi bir heyet yanıma geldi. Silah ve cephane teslim ederseniz seni de Ravvlinson’u da taşa tutarız, dediler. Şimdi size geliyorlar. Halkın şiddetinden ben korkuyorum.
 
Paşa gerektiğinde cebr ve emrivaki ile gerektiğinde ince ve usta politikalarla silah ve cephanenin İngilizlere hem teslimini geciktirmenin, hem de teslim etmemenin çarelerini bulmuştur.
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Ekonomimizin canevi
 
 
 
Karabekir Paşa’nın İzmir’in
 
15 Mayıs’ta işgali münasebetiyle tesbit ettiği ve belirttiği tarihî gerçekte de, insan olarak ve bir Türk olarak alacağımız yüksek dersler vardır. Bu acı olaya ait ifadesi aynen şöyledir:
 
“15 Mayıs 1919’da milli ekonomimizin canevi olan sevgili İzmir’imizi Yunanlıların işgal ettiğini 16 Mayıs 1919’da haber aldık. Her tarafta halk ve ordu mensupları müthiş bir hamiyet galeyanı ile çırpındılar.
 
Halkın feryatları, mitingleri günlerce devam etti.
 
Erzurum’da binlerce ahali karargâh etrafında toplandı. Tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadeleye tekrar and içtik.
 
İzmir işgalinde oradaki idareci, amir ve zabitlerimizin mukavemet etmemeleri, hiç olmazsa çekilmemeleri tarihi bir lekedir. Ne asker, ne de halk değil, mukavemet bir tevekkül ile teslim oluyorlar.
 
Bunun ruhi sebebi, milletimizin asırlarca, emirlerle hareket etmek gibi, insanların benliğini, izzetinefsini mahveden bir terbiyedir.
 
Eğer orada birisi çıkıp da ne duruyorsunuz diye bağırsaydı, ruhlara uyandırıcı bir aşı vurmuş olacaktı. Kumandanları acizdi.
 
Fakat böyle bir zamanda acz ve meskenete itaat, ayrıca bir acz ve meskenet değil midir? Eğer Yunanlılar, İzmir’de mukavemet görseydi, İstiklâl Harbi’nin başlangıcı bu kadar acı bir günle başlamazdı (Paşa’nın herhangi bir arkadaştan kastının teşkilatçı bir kumandan olduğu anlaşılıyor).
 
|Yine teşekkür olunur ki, milletin ve ordunun fedakâr evlatları, kumandan ve kurmay heyetinin gösterdiği acze rağmen, şahsî teşebbüsleriyle şurada burada cephe teşkiline başladılar.
 
Bu bölümün esas konusu, Batı Anadolu ve Yunan işgalleri olmadığı için biz gene Doğu Anadolu’nun müdafaası ve milli mücadelenin Doğu’dan teşkilatlanmasına ait hususlara gelelim.
 
Aslında mütarekenin ilk aylarında Batı Anadolu’da açık bir tehlike görünmüyordu. Mütareke başında ve ilk aylarda gözle görülür tehlikeler, güneyde devam eden İngiliz ve Fransız işgalleriyle Doğu Anadolu’daki Ermeni tehlike ve tehdidi idi.
 
Doğu bölgesinde 1877-1878 harbinde (elviye-i selâse üç vilayet) denilen Ruslara verdiğimiz Batum, Ardahan ve Kars vilayetleri 1917’de harekete geçen Türk orduları tarafından tekrar geri alınmıştı.
 
Bu üç vilayet, 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması ile Rusya’ya bırakılmış, 3 Mart 1918 tarihli Brest Litovsk Antlaşması ile Türkiye’ye tekrar geri verilmişti. Ve 14 Temmuz 1918’de Ba-tum, Kars ve Ardahan’da bu antlaşma gereğince plebisit yapılmış ve ahali kendi vatanları olan Türkiye’ye bağlanmak istediklerinden bu üç vilayetin Türkiye’ye verilmesi katiyyet kazanmıştı.
 
Mondros Mütarekesi yapıldığı sırada, Doğu’daki Türk ordularının durumu şöyleydi: O Türk orduları ki, 1917’den sonra yaptığı harekât neticesinde İran ve Rus Azerbaycanlarını işgal etmiş Ermenistan’ı kuzeyden ve güneyden kuşatarak Ermeni tehlikesini bertaraf etmiş bulunuyordu. Mütareke dolayısıyla değişmeden önce durum şuydu:
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Brest-Litovsk
 
 
 
Yakub Şevki Paşa kumandasındaki 9. Ordu karargahı, Kars’ta,» birlikleri ise Tebriz, Hoy, Serderabad, Nahçıvan, Gümrü, Ahıska, Ahılkele ve Batum’a yayılmış vaziyette bulunuyordu.
 
Bazı Türk kıtaları da Urmiye gölünün batısında mevki almıştı. 9. ordunun mevcudu yüzbini buluyordu.
 
Nuri Paşa kumandasındaki Kafkas İslâm Ordusu ise Baku’da karargah kurmuş ve bütün Azerbaycan’ı işgal altına almış idi.
 
Buna işgal demek de doğru olamaz.
 
Azerilerde, Türk olduğu için bir başkaTürk ülkesinde bulunuyordu demek daha doğru bir ifade olurdu.
 
Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Paşa (Nuri Killigil) Dağıstan’da Petroska’ya taarruz halindeydi.
 
Ruslarla yapılan 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk muahedesine göre, Kars, Ardahan ve Batum bize geçerken, İran ve Kafkasya’da işgal ettiğimiz yerleri boşaltmamız icabediyordu.
 
Bu sebeple, henüz Mondros Mütarekesi imzalanmadan önce, Türk başkumandanlığı İran ve Kafkasya’daki bazı tümenlerin geri çekilmesi için emir vermiş bulunuyordu.
 
Bu emir gereğince 17 Kasım 1918’de Bakû, 18 Kasım 1918’de de Tebriz boşaldı.
 
Arpaçayf mn doğusuna düşen bölgeyi kâmilen boşaltacağımız anlaşılınca, Ahıska, Ahılkelek ve İğdır ahalisi telâşlandılar ve icabederse Ermenilere karşı müdafaa yapmaya karar verdiler.
 
Ahıska’da geçici bir hükümet kuruldu.
 
Yeni kurulan Sovyet hükümeti, boşaltılan bu bölgelere sahip çıkmak istediyse de, o günkü şartlar içinde bu mümkün olamadığından yeni kurulmuş olan Ermeni ve Gürcü hükümetlerine devredilmesi lazım geliyordu.
 
Nitekim 5 Aralık 1918’e kadar boşaltma ve devir işlemleri devam etti.
 
Dağıstan ve Azerbaycan’ın boşaltılması ise iki ay devam etti ve 1919 yılının Ocak ayına kadar tamamlandı.
 
Ve Türk kuvvetleri Brest-Litovsk muahedesiyle tekrar kazandığımız Batum, Kars, Ardahan toprakları içine alındı.
 
Orduların stokunu teşkil eden mühim miktarda erzak da hudutlarımız içine taşındı.
 
Ancak Batum, Kars ve Ardahan’a taşınan bu erzaktan gerektiği gibi faydalanmak kabil olmadı.
 
Çünkü Mondros Mütarekesinden 10 gün sonra İngilizler Türk ordusunun Batum, Kars ve Ardahan’ı da boşaltmasını istediler.
 
İstinad ettikleri madde mütarekenin 11. maddesi idi. (Mad: 11- İran kuzeybatı kısmında Osmanlı kuvvetlerinin derhal harpten önceki hudutların gerisine çekilmesi hususunda evvelce verilen emir yerine getirilecektir.
 
Kafkas gerisinin evvelce Osmanlı kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredildiğinden, geri kalan Kırım, müttefikler tarafından tetkik edilip istenirse boşaltılacaktır.)
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Britanya hükümetinin talimatları
 
 
 
Bahriye nezaretindeki irtibat subayı Yarbay Murphy (Mörfi)
 
11 Kasım 1918 günü Sadarete (başbakanlığa) Ingiliz kumandanlığından şu telgrafı getirdi: “İngiliz başkumandanlığından aldığım aşağıdaki telgraf nameyi bildirmekle kesbişeref eylerim: Mütarekenin 11. maddesine ek benttir:
 
-Türkiye ile Rusya arasında savaştan önceki sınır ötesinde bulunan bütün Türk kıtalarının ve personelinin toptan geri alınmasına emriniz için Britanya hükümetinden talimat almış bulunmaktayım.
 
Adı geçen birlik ve personelin Azerbaycan’da alıkonulması hiçbir şekilde kabul edilemez.
 
Bu tahliyenin tamamlanması için Halil ve Nuri paşaların ve Enver’in babası Ahmet Paşa’nın ve İslâm ordusunda vazife almış Türk subay ve neferlerinin çekilmesi gerekir.
 
Britanya hükümeti yukarıdaki hususlar tamamıyla yapıldıktan sonra mütarekenin bu maddesinin tatbik edilmiş olacağı üzerinde ısrarını emretmektedir.
 
Bu mevzuda ne zaman emir verildiğine ve ne vakit tahliyenin tamamlandığına ait malumat bildirmenizi zatı devletlerinden istirham ederim.”
 
Batum, Kars ve Ardahan’ın Azerbaycan’la bir ilgisi olmaması lazım gelirdi.
 
Bu bölgeler Anadolu toprağı sayılmalıydı.
 
Harbiye nezareti ve genelkurmay başkanlığı tahliyenin kış sonuna bırakılmasını istedilerse de, İngilizler taleblerinde ısrar ettikleri için 9. ordunun eski sınırlara dönmesi emredildi.
 
Ordu ağırlıklarının ve erzakının taşınması için Erzurum ve Pasinler halkı 2000 adet taşıt gönderdiler.
 
Hınıs, Bayezıt taşıtları Kağızman’da, Narman, Tortum ve Yusufeli vasıtaları da Oltu’da toplandı.
 
Türk subay ve erleri hem karadan hem denizden Erzurum, Hasankale ve Tortum’a intikal ettiler.
 
İngiliz işgal kumandanlığı, Türk birlikleri daha limanda vapur beklerken, Batum’u işgal ettikleri için silahların geri çekilmesine razı olmadı.
 
Bu sebeple İngilizlere 48 top, 4500 tüfek,çok miktarda cephane ve 100 tona yakın buğday bırakılmıştır.
 
Üç vilayetin boşaltılması işi 1919 şubat başında ikmal edilmiştir.
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Şura hükümeti
 
 
 
Türk birlikleri tarafından boşaltılan Batum, Kars, Ardahan, Ahılkelek, Artvin, Oltu, Kağızman, Sarıkamış, İğdır ve Nahçivan bölgesi ahalisi Ermeni ve Gürcü esaretine düşmekten korktukları için 9. Ordu Kumandanı Yakub Şevki Paşa’nın ve Kars mutasarrıfı Hilmi Bey’in (Hilmi Uran) teşvik ve yardımlarıyla silahlanıp teşkilatlanarak bir Şura hükümeti kurdular.
 
Kars’ta da Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti kuruldu.
 
Mütarekeden sonra şımaran Ermeniler, 1918 yılının kış aylarında daha 9. Ordu, Kars, Batum ve Ardahan’ı tamamıyla boşaltmadan, Türklere saldırmaya başladılar.
 
Silahsız, sivil halka tecavüze ve öldürmeye aralıksız devam ettiler.
 
Gökçe gölü ve Nahçivan arasında Antranik çeteleri ile Yapun çeteleri Türk köylerine baskınlar düzenleyerek, büyük ölçüde katliam yaptılar.
 
Tek bir köyde 1000 kişiden fazla Türk öldürdükleri oldu. 115 köy yakıldı.
 
Iğdır ahalisinden 2000 kişi batıya göç ederken, Sarıçoban köyü civarında yezitler tarafından avlandılar, çoğu öldürüldü.
 
Ermeni jandarmaları bir taraftan Ermeni çeteleri diğer taraftan Tür-lerin mallarını ve canlarını yağmalamak yarışına girmişlerdi.
 
Çete reisi Yapun, Nahçıvan’ın kuzeyinde bulunan bir köyde 700 kişiyi, bir başka köyde 500 kişiyi, başka bir yerde de 2000 kişiyi kapalı yerlere doldurarak yaktı.
 
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Türk katliamı
 
 
 
 
İngilizler 1919 yılı başından itibaren buraları (Batum, Ardahan) Ermenilere teslim ettiler ve kendileri Nahçıvan’a çekildiler. Kara Gümrü demiryolu, Arwan-Culfa demiryolu, karayolları Ermeni idare ve kontrolüne geçti. Türkiye’nin Azerbaycan ve Sovyet Rusya ile irtibatı kesilmiş oluyordu.
 
13 Nisan 1920’de de Güneybatı Kafkas Geçici Hükûmeti’ni ortadan kaldıran İngilizler, bu hükümetin kurulu olduğu Kars’a girdiler ve burayı hemen Ermenilere teslim ettiler.
 
Hükümet azâsını da Malta’ya sürdüler. Ermeniler, Kars bölgesinde de Türk katliamına başladılar.
 
15. Kolordu kumandanı Kâzım Karabekir Paşa, Harbiye nezaretine yolladığı bir raporda, Ermeni zulümlerini şöyle nakletmektedır. Resmi bir belge olması bakımından da bu rapor aynca ehemmiyet taşımaktadır
 
 
 
Doğu Cephesinin Kuruluşu – Ermeni Taşnak Cemiyeti
 
 
 
 
Erivan ve Aras mıntıkalarında ve üç vilayette (Kars, Batum, Ardahan) bir tek Müslüman bırakmamaya karar vermiş olduğunu, gizli ve açık icraatıyla, göstermiştir.
 
Müslümanları öldürmekle vazifeli bir komite teşkil etmesi, Ermeni hükümet ve askerlerinin de Müslüman öldürme ve yok etme siyasetine katılması, her türlü zulmü ve tecavüzü istikab etmesi sebebleriyle, Kars, Sarıkamış, İğdır, Erivan ve Aras bölgelerinde İslâmlara yapılan zulüm, işkence ve katliam son haddini bulmuştur.
 
Şimdiye kadar yaptıkları zulüm ve işkencelerden başka:
 
-11 Ağustos 1919 da Kağızman eşrafını toplamış, işkence yapmış,paralarını gasbetmiş;
islâm köyleri
 
-12 Ağustos 1919; Tavas köyü, Yukarı katırlı ve civarı İslâm köylerine saldırıp, katliâm yapmış;
 
-18 Ağustos 1919’da Kağızman ahalisini öldürmeye başlamıştır.
 
– Diğer mıntıkalarda da aynı zulümler yapılmaktadır.
 
İslâm köylerinin harmanlarında zahireler zaptediliyor, tarlalarda çalışmalarına mani olunuyor ve bu maksat için top ve makinalı tüfek kullanılıyor.
 
-19 Ağustos 1919’da bir tayyare ile yaylada bulunan halkı bombalamışlardır.
 
-Camilerde ezan okuyanları taşlamakta ve kadınların ırzına tecavüzden çekinmemektedirler.
 
Bu ahvali görenlerin içinde bir kaynaşma ve infial doğduğundan göçetmekten ve oraya buraya dağılmaktan vazgeçerek, mertçe ölmeyi kabul edip, Ermenilere karşı can ve namuslarını kazanmaya azmettikleri, daha evvel göçedenlerin de geri dönüp, Müslümanlara katıldığı ve Müslümanlarla Ermeniler arasında İğdır, Kağızman, Sarıkamış ve Merdenek taraflarında çarpışmalar olduğu haber alınmaktadır.
 
Cihan Harbi’nin başından beri Doğu Anadolu ahalisi ikinci kere Ermeni katliamına maruz kalmış bulunuyordu. Evvela Ruslarla gelip zulüm, işkence ve katliam fırsatı buldular.
 
Bu defa da Ingilizlerin yardımı ile Doğu Anadolu’yu işgal edip, olanca kinleriyle katliama giriştiler.
 
Yeniden Ermeni işgaline uğrayan bölgelerde zulüm ve kıtal, şenaat devam ederken, Rus ve Ermeni işgalinden 1917’den sonra kurtulan fakat bu defa Ermeni işgaline girmeyen yerlerde de Cihan Harbi’ne ait Ermeni zulüm ve katliamının dumanları tütüyor, bıraktığı eserler ve ızdıraplar devam ediyordu.
 
Yedibaşlı devle dövüşen insan misali, istiklâlimizi korumak için Yunan’ı, Ermeni’şi, İngiliz’i, Fransız’ı, Rum’u ve İtalyan’ı ile mücadele etmek mecburiyetinde kalan yorgun, bitkin Türk milleti, elbette bu zulümlere de bir son vermenin yolunu bulacaktı.
 
 
 
 

Bir yanıt yazın