Felsefe Nedir,Yöntemleri | Felsefe Bilgileri |
Felsefe Nedir Hakkında Bilgi,Felsefenin bütün bu anlamlarına, eski Yunan düşünce geleneğinde rastlanır.
Sokrates öncesi filozoflar, bireylerin, çevrelerindeki dünyaya ilişkin deneyimlerini ve bu dünya üstüne bildiklerini açıklayabilecek temel ve doğal ilkeleri bulmaya çalıştılar; Sokrates öncesi filozoflar ve onları izleyen Eflatun ile Aristoteles, hem doğal, hem de insansal dünya konusundaki bilgilerini temellendirebilecek kapsayıcı ilkeleri ortaya koymaya uğraştılar.
Bu ilk filozoflar, halkın genellikle kabul ettiği mitolojik görüşlerin de, kendilerinden öncekilerin ve çağdaşlarının düşüncelerinin de eleştirilmesinde, kendi derin görüşlerinin bir araç olarak kullanılabileceğine inanıyorlardı.
Sokrates, kendisini yargılayanların karşısında temel bir felsefi düşünceyi dile getirerek, “irdelenmemiş bir yaşamın, yaşanmaya değer bir yaşam olmadığını” ileri sürdü.
Bu sözleriyle, insanların, kabul ettikleri ilkeleri irdelemez ve eleştirel olarak değerlendirmezlerse, bağlandıkları bu değerlerin gerçekten var olduğundan emin olamayacaklarını belirtmek istiyordu.
Eski Yunan filozofları, dünyaya ilişkin tasarımlarını derleyip toplayınca, dünyanın şu ya da bu yanına ilişkin her bilim ya da incelemeye denk düşecek bir felsefenin ortaya konabileceğini gördüler ve böylece bilim, sanat, tarih, vb., felsefeleri ortaya çıktı.
Bu felsefeler, bir bilgi dalının temel ilkelerini inceliyor ve ilkelerin, mantıksal, tutarlı. en önemlisi de. doğru olup olmadığını belirlemeye çalışıyorlardı.
Eskiçağ filozofları, insanların çeşitli yaşama biçimlerini irdeledikleri ve en iyi yaşama biçiminin hangisi olduğunu belirlemeye çalıştıkları için, felsefi tutumlarını ve kuramlarını, pratik yaşamın yol göstericileri olarak geliştirmişlerdi.
Aynı biçimde Sokrates’ten Bertrand Russell ve Jean Paul Sartre gibi XX. yy. filozoflarına kadar, felsefi çabanın temel amaçlarından biri, hem birey, hem de toplumsal ve siyasal varlık olarak insan için iyi yaşamın ne olduğunu belirlemeye çalışmak oldu.
Bu ilgi, filozofun, gunluk yaşamın değişkenliklerinden etkilenmeyen ve bir kenarda duran bir kimse olarak görülmesine yol açtı.
Michel de Montaigne, “felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir” diyerek, filozofun, ölüm karşısında bile felsefi bir tutum içinde olabileceğini belirtti.
Stoacı düşünürler, bu anlamda felsefeyi, özet olarak dile getiren kimseler olarak tanındılar ve dingin düşünceye dayanan felsefi tutumlarını, her türlü felaket karşısında elden bırakmadılar.
Felsefi Sorular
Felsefe teriminin çeşitli anlamları olduğu için, bu araştırma alanı, en iyi biçimde, irdelenen sorular ve sorunlar ele alınarak çözümlenip açıklanabilir.
Batı felsefesinin başlangıcında.
Sokrates öncesi filozoflar, her şeyden önce, şu metafizik soru üstünde durdular: Günlük algı ve deneyimlerimizin bize sunduğu görünürdeki gerçekliğe karşıt olarak, gerçekliğin en son ve temel doğası nedir? Bu filozoflar, bazı kurucu öğelerin, gerçek ve temel öğeler olup olmadığını ve buna karşılık, geri kalan bütün öteki şeylerin yalnızca geçici bir dış görünüş mü olduğunu saptamaya çalıştılar.
Ayrıca, böyle temel bir gerçek varsa bunun, sürekli ve değişikliğe uğramaz bir gerçeklik mı olduğunu ya da bütün öteki şeyler gibi değişikliğe mi uğradığını irdelemeye uğraştılar.
Sokrates öncesi filozoflar, gerçekliği tanımlamaya ilişkin sorunları ortaya attılar; yani, “bir başka şeyle açıklanamayacak kadar yalın bir temel varlık var mıdır?” sorusunu çözmek için çaba harcadılar.
Ama, metafizik kuramlarını mantıksal olarak açıklamaya çalışmalarının, bir çıkmaza girdiğini gördüler.
Böylece, değişikliğe uğramayan ve sürekli bir gerçekliğin, sürekli olarak değişen bir dünyayı açıklayıp açıklayamayacağı sorusu ortaya çıktı.
Elealı Zenon, herhangi bir şeyin gerçekten değişikliğe uğramayacağını ve hareket edemeyeceğini ileri süren paradokslarıyla ün yaptı (bazı paradoksları ve eski Yunan atomculuğuyla ilgili başka paradokslar, modem kuramsal fizikte hala rol oynamaktadır).
Gerçekliği betimleme ve açıklama çabası, zamanla, metafizik irdelemeden ayrıldı ve çeşitli doğa bilimlerinin inceleme konusu haline geldi.
Bu gelişme, özellikle XVII. yy’dan sonra hızlandı.
Felsefenin elinden alınıp doğa bilimlerine verilen inceleme alanları, astronom fizik, kimya, jeoloji, biyoloji, ruhbilim ve öteki bilimlerdir.
Bu sürecin iyi bir örneği, başlıca metafizik sorunlardan biri, yani “ruh ve beden arasındaki ilişki” sorunu ele alınarak ortaya koyulabilir.
Eflatun’un metafiziği, ruh ve bedenin birbirinden ayrı iki varlık olduğunu ileri sürüyordu.
Gerçekten de Eflatun, bedenin, ruhun ya da zihnin içine kapatıldığı bir hapishane olduğunu ileri sürmüştü.
Rene Descartes da, XVII. yy’da, ruh ve bedenin birbirini etkileyen, ama aralarında hiçbir ortak yan bulunmayan iki ayrı töz olduklarını savundu. Birçok Hint felsefe okulu da, aynı görüşü paylaşmıştır.
Batı’da bu sorunu, zamanla ruhbilimciler ve sinir fizyolojisi uzmanları ele almaya başladılar.
Günümüzdeki eğilim, zihinsel olayları (fenomenleri) beyin olaylanna, dolayısıyla da ruh-beden sorununu beden sorununa indirgeme yönündedir.
Eski Yunanlılar döneminden günümüze kadar süregelmiş bir başka felsefe sorusu, görünüş ile gerçeklik arasındaki farkı belirleme sorusudur.
İnsanlar, duyuların kendilerini aldatabildiklerinin farkına vardıkları an, görünen ile gerçek olanı birbirinden ayırt etme sorusu ortaya çıkmıştı.
Kuşkucu düşünürler, gerçek ile görünüşü ayırt etmemizi sağlayacak yeterli bir ölçütün hiçbir durum için geçerli olamayacağını ileri sürmüşlerdi.
Daha sonra birçok filozof, bu tür birçok ölçüt ileri sürdülerse de, bunların hiçbiri genel olarak kabul edilmedi.
Felsefecilerin ortaya attıkları bir başka soru da şudur: Gerçek nedir? Dünyanın şu ya da bu yanma ilişkin çeşitli ileri sürüşler, en azından bazı dönemlerde, gerçek olarak kabul edilmiştir.
Ama deneyler, gerçek olarak görülen şeylerin, daha sonra doğrulandığını ya da reddedildiğini ortaya koymaktadır.
Kuşkucu filozoflar, belli bir ileri sürüşün, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kabullenilmesini sağlayacak herhangi bir kesin kanıtın bulunmadığını savunmuşlar, böyle bir meydan okuma karşısında öbür filozoflar, bir gerçek ölçütü, özelilkle de, kuşkucuların meydan okumasına hedef olmayacak bör ölçüt bulmaya çalışmışlardır.
Felsefeciler, geleneksel olarak, manevi değerlere ilişkin sorular da sorarlar: İyi olan nedir?, iyi kötüden nasıl ayırt edilebilir?, adil bir toplum nasıl olmalıdır?, güzellik nedir?, güzel, çirkinden nasıl ayırt edilebilir? vb.
Bütün bu sorular, olgulardan çok, değer biçme davranışına ilişkindir.
Kürtajın kötü olup olmadığı ya da Vermeer’in Sütçü Kız’ının güzel bir resim olup olmadığı konusunda, bilimsel araştırmanın pek az yardımı olabilir.
Manevi değerler, olguların algılandığı gibi algılanmazlar.
Öyle algılansaydılar, değerlere ilişkin sorular konusunda, çok daha fazla görüş birliği olurdu.
Filozoflar bu tür sorulara yanıt verecek bir temel bulmaya çalışmışlardır.
Bu sorular, genellikle, bir insanın sorabileceği en önemli sorulardır ve bir değerler kuramının temelini oluştururlar.
Felsefe Yöntemleri Nedir
Filozofların ele aldıktan soruların ne çeşit sorular olduğu göz önüne alınarak, filozofun, yanıt bulabilmek için ne gibi yöntemler kullandığı sorulabilir.
Filozofun kullandığı araçların başlıcaları, mantıksal ve soyut akıl yürütmedir.
Batı felsefe geleneğinde, mantık biliminin gelişmesinin kaynağında Aristoteles yer alır.
Aristoteles, hem geçerli, hem de doğru öncüller elde bulunduğu zaman, bunlara dayanan doğru kanıtlamalar kurmayı amaç almıştır.
Mantık, gerek eski, gerek yakın dönem felsefelerinde önemli rol oynamış ve akıl yürütme sürecini açıklayıp aydınlığa kavuşturduğu gibi, geçerli akıl yürütmenin saptanmasına olanak veren ölçütleri de sağlamıştır.
Bunun yarı sıra, temel kavramların tutarlı olup olmadıklarını incelemeyi sağlayan araçları da ortaya Koymuştur.
Ama mantık, filozofların sorduğu sorulara tek başına yanıt vermeye yetmez.
Mantık, filozofların düşüncelerinin tutarlı ve kavramlarının açık-seçik anlamlı olduğunu gösterir; ama bu filozofların felsefelerinin dayandığı ilk ilkelerin ya da öncüllerin doğru olduğunu belirtemez.
Filozoflar, bu ilk ilkeler söz konusu olduğunda, kimi zaman sezgiye, kimi zaman da soyut akıl yürütme sürecine dayanırlar; ilk ilkelerinden yola çıkarak ve mantık kurallarına uyarak, temel felsefe sorularına verdikleri yanıtları tutarlı bir biçimde geliştirirler.
Bununla birlikte, DanimarkalI Sören Kirkegaard gibi akıldışıcılık yanlısı filozoflar, felsefe sorularına daha az mantıklı yanıt verilmesinin, daha iyi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu filozoflar, kimi zaman yaşamın ve deneyimlerimizin en önemli öğelerinin, mantık alanı içine girmediğini, çünkü mantığın, deneyimin bir öğesinden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla da, parçanın, bütünü açıklayamayacağını ileri sürmektedirler.
Felsefenin Diğer Bilgi Dallarıyla İlişkisi
Felsefe, hem birçok bilgi dalıyla ilişkilidir, hem de onlardan farklıdır.
Eski Yunanistan’da daha ilk başlarda, felsefe ile matematik arasında ilişki olduğu görülmüş, filozoflar, öbür inceleme konularına oranla matematik bilimlerinde görülen kesinlik ve apaçıklıktan etkilenmişlerdir.
Filozof-matematikçi Sisamlı Pythagoras gibi bazıları da, matematiğin, gerçekliği kavramamızı sağlayan bir anahtar olduğunu düşünmüşlerdir.
Eflatun, matematiğin, her şeyin oluşup ortaya çıkmasını sağlayan biçimleri incelediğini ileri sürmüştür. Öte yandan, Aristoteles, matematik bilimlerinin gerçek nesnelerden çok ideal nesnelerle uğraştığını, dolayısıyla, gerçeklik konusunda bize hiçbir şey söylemedikleri halde, kesin olduklarını belirtmiştir.
Yeniçağ’da, Descartes ve Baruch Spinoza, gerçeklik konusunda doğru bir bilgiye varmayı sağlayan yeni yöntemleri ortaya koyabilmek için, matematiği bir örnek ve esin kaynağı olarak ele almışlardır.
Matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm von Leibniz (İsaac Newton’la aynı zamanda sonsuz küçükler hesabını bulmuştur), bütün felsefe sorunlarını çözmeyi sağlayacak ideal bir matematik dili kurma konusunda kuramlar ileri sürmüştür.
Çok eski bir geleneği olan felsefe sorunlarını çözmek için, XX. yy’da da buna benzer görüşler ortaya atılmış, ama bu işi gerçekleştirmek için yapılan girişimler, genel bir kabul görmemiştir.
Felsefe hem bilimleri etkilemiş, hem de onların etkisi altında kalmıştır.
Fizik bilimleri, dünya konusunda her zaman, genellikle kabul edilen bilgiler sağlamışlar, filozoflar da bu bilgileri anlamlı bir kalıp içine sokmaya ve onlar aracılığıyla gerçekliğin ne olduğunu yorumlayıp açıklamaya çalışmışlardır.
Batı dünyası filozofları, 25000 yıldan uzun bir süredir, bilginlerin, bulgularına bir düzen vermelerini sağlayan temel metafizik kuramlar ortaya atmışlar, bu bulgular değiştiği zaman da, metafizik yorumlarını onlara uygun duruma getirmişlerdir.
Nitekim, Johannes Kepler, Galilei ve Newton’ın bilimsel çalışmalarını kapsayan XVII. yy bilimsel devrimine, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi filozofların gerçekleştirdikleri metafizik devrim eşlik etmiştir.
XVIII. ve XIX. yy’da, İngiltere ve Fransa’daki başlıca filozoflar, bilimlerin geleneksel metafizik yorumlardan bütünüyle bağımsız olduğu ve olması gerektiği sonucuna vardılar.
Onlara göre, bilimin görevi, gözlemleri ve deneyleri betimlemek ve yasalaştırmaktı.
Bu yaklaşım, son iki yüzyılda, felsefenin bilimlerden ayrılmasına yol açtı.
Buna karşılık yeni bir felsefe dalı, yani, bilimlerin yöntemlerini, bilimdeki kesinliği ve apaçıklığı, ayrıca bilimin hangi yollardan ilerlediğini inceleyen bilim felsefesi gelişti.
Felsefeye sıkı sıkıya bağlı olan üçüncü bir düşünsel araştırma alanı, dindir.
Eski Yunanistan’da Anaksagoras ve Sokrates gibi filozoflar, Yunan dinini eleştirerek çağdaşlarını şaşkına çevirmişlerdir.
Başka filozoflar, Tanrı’nın ya da tanrıların doğasına ve varlığına ilişkin kanıtlar konusunda daha kuramsal yaklaşımlar ileri sürmüşler, bazıları da tanrısallık diye bir şeyin olmadığını söylemişlerdir.
Hıristiyanlık, eski Yunan dünyasına girdiğinde, bu dinin felsefe açısından anlaşılmasını sağlamak için çeşitli çabalar harcanmış, sonunda, IV. yy’ın sonuna doğru, Aziz Augustinus, Eflatun felsefesinin ilkeleri ile hıristiyanlığın temelleri arasında bir bireşim gerçekleştirmeyi başarmıştır.
Ortaçağ boyunca, musevi, müslüman ve hıristiyan filozof-tanrıbilimciler, kendi dinlerini, akılsal kavramlar içinde açıklamaya çalışmışlar, dinin bir inanç konusu olduğunu ve nedenlerle ya da kanıtlarla ilişkisi bulunmadığını ileri süren akılkarşıtı tanrıbilimciler de, onlara karşı çıkmışlardı.
Reform’dan sonra Spinoza ve David Hume gibi filozoflar, tanrıbilimcilerin kullandıkları geleneksel felsefi kanıtları eleştirmeye başlamışlar, Hume ve İmmanuel Kant, Tanrı’nın varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamaya yönelik bütün akıl yürütmelerin yanlış olduğunu göstermeye çalışmışlardır.
Filozofların amacı, insanların, psikolojik, ekonomik ve kültürel alanlardan kaynaklanan, akılsal olmayan düşüncelere dayanarak dine niçin bağlandıklarını açıklamak olmuştur.
Dini savunanlar, bilimin ve tarihsel araştırmaların en son sonuçlarını dini eleştirmek için kullanan filozoflarla görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Kierkegaard gibi bazı düşünürler, dinin bir inanç konusu olduğunu, dolayısıyla akılla ilişkisi bulunmadığını ileri sürerek, bu ayrılığı olumlu bir şey saymışlardır.
Daha yakın bir dönemde ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, son bilimsel gelişmelere ve din ile çağdaş kültür arasındaki ilişkiye ilgi duyan bir grup tanrıbilimci de, dinsel ileri sürüşlerin, düşünsel açıdan ne gibi bir anlam taşıdığını ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.
Aslında, felsefe ile tanrı-bilim arasındaki ilişkinin tarihi, çok uzun ve karmaşıktır ve dini açıklayıp onu haklı çıkarmaktan, dinin düşünsel temellerini bir yana atıp, XX. yy’ın bilimle yönlendirilmiş insanın inanabileceği ya da ciddiye alabileceği ne gibi şeylerin kaldığını saptama çabalarına kadar uzanır.
Felsefenin Dalları
Felsefenin farklı dalları, ele alınan sorunlara yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Bu dalların en önemlilerinden biri, epistemoloji ya da bilgi kuramıdır (episteme, Yunanca’da “bilgi” demektir).
Bilgi kuramı, neyin bilgisinin elde edilebileceğe bu bilginin nasıl elde edilebileceğini ve bireyin, bu bilginin sağlam olduğundan nasıl emin olabileceğini inceler.
Bilgi kuramının, bilim felsefesi gibi özel dallan vardır.
Belli bir bilgi kuramının ortaya koyduğu yanıtlar, genellikle, onun “metafizik”ini belirler.
Metafizik, gerçekliğin doğasının, deneyimin doğru bilgiler veren ya da yanıltıcı olan yanlarının incelenmesidir.
Aristoteles, varlığın varlık olarak ele alınıp incelenmesine “metafizik” adını vermiştir; günümüzde, ontoloji (varlıkbilim) terimi, genellikle, bu felsefe dalını belirtmek için kullanılmaktadır.
Bir kimsenin salt varlık konusunda nasıl bilgi edindiği (bu, bir bilgi kuramı sorunudur), bilgisi edinilenin ne olduğunu belirler.
Bunun tersi de doğrudur.
Yani, bir bireyin dünyanın gerçekte ne olduğunu düşünüşü dünya hakkında ne bilinebileceği konusundaki düşüncesini belirler.
Bireyin dünya konusunda nasıl akılyürüttüğünü ve bilgiyi nasıl temellendirip doğruladığını “mantık” denilen felsefe dalı inceler.
Mantık, bütün felsefe tartışmalarının akılsal çerçevesidir; ama aynı zamanda, açıkladığı dünyanın ne çeşit bir dünya olduğu konusunda metafizik yorumlara da açıktır.
Etik, estetik ve siyaset felsefesi gibi öbür felsefe dalları, dünyayı değerlendirmeyi, yani manevi değerleri ele alır ve iyi davranmanının, güzelin, toplumsal ve siyasal açıdan haklı olanın ne olduğunu soruşturur.
Bu sorulara verilen, filozofun bilgi kuramı ve metafizik konularındaki yakından ilişkilidir; filozofun benimsediği manevi değerler, onun bilgi kuramını ve metafiziğini etkiler.
Deneyimlerimizin belli yanlarının (duyum gibi) ya da bazı insansal araçların incelenmesi (dilin çözümlenmesi gibi), felsefe araştırmasına yeni bir doğrultu kazandırmış ya da yeni felsefe dallarının doğmasına yol açmıştır.
Dolayısıyla felsefe, hiçbir zaman boşlukta düşünüp durmak olmamıştır.
Yalnızca soyut sorularla uğraşmamış, aynı zamanda tarih tarafından koşullanmış ve belirlenmiştir.
Batı Felsefesinin Tarihi
Sokrates öncesi düşünürler
Felsefe, eski Yunanistan’da, Anadolu’daki Miletos’ta başladı.
Bilinen ilk filozoflar, Miletoslu Thales ve öğrencileri Anaksimandros ile Anaksimenes’tir.
Miletos okuIu konusundaki bugünkü bilgimiz, daha sonraki yazarların onlara atfettikleri metin parçalarına dayanmaktadır.
Bu ilk filozoflar, dış görünüşün ardında bulunan ve her şeyi açıklayabilecek olan bir temel öğeyi ya da gücü bulmaya çalışmışlar, Thales bu öğenin su, Anaksimandros sınırsız ya da sonsuz olan varlık, Anaksimenes’se, hava olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Herakleitos ve Parmenides gibi filozolar, dünyanın temelinin değişmezlik ve süreklilik mi, yoksa değişme mi olduğunu ve bir öğenin mi, yoksa birden çok öğenin mi bütün varlıkların temelinde bulunduğunu araştırmışlardır.
Eski Yunan felsefesi, Sokrates’ten önce, genellikle bu metafizik sorularla uğraşmıştır.
Sokrates
Atinalı Sokrates, her şeyden önce, bir insanın nasıl davranması gerektiğini belirleyen manevi değerlerle ilgilendi.
O sırada Atina’da, parayla ders veren özel öğretmenler (sofistler ya da sufiler), hayatta başarılı olmanın yollarını öğretiyorlardı; ama Sokrates’in ortaya attığı soruyla, yani doğru yaşamın ne olduğu sorusuyla ilgilenmiyorlardı.
Sokrates hiçbir şey yazmadı; ama düşünceleri, öğrencisi Eflatun tarafından Diyaloglar’da etkileyici bir biçimde betimlendi ve canlandırıldı. Eflatun, Sokrates’in, Atmalıların “atsineği” olduğunu söylemiştir.
Gerçekten de Sokrates, insanlara, yaptıklan bir şeyi niçin yaptıklarını sürekli sormuş ve davranışlarını haklı çıkarabilmek için genel ilkelere dayanmaları gerektiğini anlatmaya çalışmış, sonunda, din sapkınlığıyla ve Atina gençliğini yoldan çıkarmakla suçlanmıştır.
Eflatun’un Savunma’sında anlatıldığı gibi, Sokrates, mahkemesini de, görüşlerini son olarak açıklamak ve savunmak için bir fırsat olarak kullanmış, kendisini suçlayanların, bu suçlamaların ne anlama geldiğini bilmediklerini ve ellerinde bir kanıt da bulunmadığını göstermiştir.
Delphoi kâhininin, bütün Atinalılar arasında en bilge kişinin kendisi, yani Sokrates olduğunu söylediğini açıklamıştır.
Çünkü yalnızca Sokrates hiçbir şey bilmiyordu ve hiçbir şey bilmediğini biliyordu; oysa bütün öteki insanlar bir şeyler bildiklerini sanıyorlardı.
Güzel konuşmasına ve bilgeliğine karşın, Sokrates sonunda suçlu bulunmuş, ölüm cezasına çarptırılmıştır.
Eflatun
Sokrates’in ölümünden sonra, öğrencisi Eflatun, ilk kapsayıcı felsefe sistemini ortaya koymuş ve ilk resmî felsefe okulu olan Akademia’yı kurmuştur.
Eflatun bilginin, tümellere yani genel kavramlara (tiplere) ya da cinslere dayanması gerektiğini ve tikelin, yani tek tek şeylerin bilgisi diye bir şey olamayacağını ileri sürmüştür.
Sözgelimi “Sarman” diye adlandırılmış bir kedi konusunda bilgi sahibi olmak için genellikle kedigillerin ne olduğunu daha önceden bilmemiz gerekir.
Yoksa, Sarman’daki kedigillik özelliklerini bilip tanımamız olanaksızdır.
Eflatun, bu tümellerin yani genel düşüncelerin, dünyanın oluşumunu ve biçimlenmesini sağlayan temel öğeler olduğunu ileri sürmüş, bunlara “formlar” (biçimler) ya da “idealar” (“düşünceler”) adını vermiştir.
Matematikte, bu (formlar en açık ve seçik biçimde görülür.
Formlar, duyu algısıyla değil, akıl yürütmeyle kavranırlar, yani bedenin organlarıyla değil, zihinle kavranıp bilinirler.
Eflatun’un ideaları, varlıkların değişikliğe uğramaz formlarıdır.
Filozof, dış görünüş dünyasından yüz çevirip formlara yönelmelidir.
Eflatun, ünlü yapıtı Devlet te, dünyanın, filozoflar kral, krallar da filozof oldukları zaman kusursuz bir duruma geleceğini söyler.
Filozof-kralların, adaletin ne olduğunu gerçekten bileceklerine ve formların bilgisine dayanarak, bütün toplumlarda adaleti gerçekleştirebileceklerine inanır.
Eflatun’a göre, bütün öbür katışıksız ideaları aydınlatan en yüce idea, “İyi ideası”dır.
Eflatun yaşlandıkça, bu ideayı gizemci bir anlayışla yorumlamaya koyulmuş, ölümünden birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan yenieflatunculuk okulu, ötedünyaya ilişkin olan ve gizemci bir anlayışı dile getiren bu öğeler üstünde önemle durarak, “İyi ideasını”, Tanrı’yla özdeşleştirmiştir.
Aristoteles
Eflatun’un en önemli öğrencisi Aristoteles, Eskiçağ’ın en kapsayıcı sistemini ortaya koymuştur.
İnsanlığın içinde yaşadığı ve Eflatun “idea”larının karşıtı olan, sürekli olarak değişen dünyayı açıklamanın önemli olduğu üstünde durarak, hocası Eflatun’un görüşlerinden ayrılmış, doğa bilimlerini incelemeye ve biyolojik türlerin örneklerini toplayıp koleksiyonlar yapmaya yıllarını vermiştir: Yazılarının yüzde doksanında, bilimsel, özellikle de biyolojik konular ele alınmıştır.
Aristoteles, bu dünyada ortaya çıkan değişmelerin, bunların var olduğunu inkâr etmeden ya da bir başka dünyaya başvurmadan açıklanabileceğine inanmıştır.
Oha göre, bütün nesneler biçim (form) ve maddeden oluşmuştur ve maddede ortaya çıkan değişmeler, bir biçimin yerini bir başka biçimin almasından başka şey değildir.
Birinin yerini bir başka biçimin almasının nedeni, her doğal nesnede, kendi gerçekleştirip tamamlayacağı bir doğanın, yani bir ereğin (telos’un) bulunmasıdır.
Nitekim taş, maddesel yanı ağır bir varlık olduğu için en aşağıdaki yere yönelir; bundan ötürü de bırakıldığı zaman düşer.
Her türün en son ereği, bir kusursuzluk durumuna ulaşmaktır ve bu da, kusursuz bir hareketsizlik halidir.
Evren bu kusursuzluk haline ulaşmak isteyen düzenli bir yönelişten başka bir şey değildir.
Söz konusu düzenin doruğunda, en sonuncu evrensel etkileyici olan “Hareketetmeyen Hareketettirici” yer alır ve öncesiz – sonrasız düşüncesinin özünü tam anlamıyla ve kusursuz bir biçimde gerçekleştirir.
Göksel küreler, “Hareketetmeyen Hareketettirici” taklit ederler; böylece gökleri öncesiz- sonrasız bir küresel hareket içine sokar; bu süreç bireysel ruh tarafından da tekrarlanır.
Aristotales’in evren görüşü Kopernik’e kadar, Batı düşüncesinin temelini oluşturmuştur.
Helenistik dönem ve Roma dönemi
İ.Ö. 300- İ.S. 200 yılları arasındaki dönemde, felsefenin ana inceleme konusu, bireyjn yaşamının nasıl yönlendireceği sorusuydu. Stoacılar, kuşkucular ve epıkurosçular, bilgi kuramı ve metafizik konularını ele almakla birlikte, bu “sefil dünyada insanların nasıl davranması gerektiği” sorusuna daha çok önem verdiler.
Bütün bu kuramlarda, günlük yaşamın hayhuyundan, bedensel, duygusal ya da düşünsel olarak uzak durmak gerektiği vurgulanıyordu.
Ortaçağ dönemi
Yunan felsefesi, museviliğin, Islâm’ın ve hıristiyanlığın daha sonraki felsefi geleneklerini önemli ölçüde etkiledi.
Bu felsefi geleneklerin üçünde de, eski Yunanlıların, özellikle de Eflatun ile Aristoteles’in kuramları, dinsel geleneğin temel inançlarını aydınlığa kavuşturmak ve geliştirmek için kullanıldı.
İskenderiyeli Philon, musevi düşüncesinde, özellikle de hıristiyanlık döneminin başlangıçlarına ilişkin Kutsal Yazılar’ın yorumlanmasında Eflatun idealarının ve yöntemlerinin etkili olmasını sağladı.
Bununla birlikte, daha sonraki musevi düşüncesi üstünde fazla etki gösteremedi ve Ortaçağ musevi felsefesi, İslâm düşüncesindeki akımlara paralel bir akım olarak gelişti.
Ortaçağ Musevi düşüncesinin başlangıç döneminde ortaya çıkan önemli kişiler İsaac İsraeli, Saadia Ben Joseph Gaon ve Solomon Bin Gabirol’dü.
Ama Ortaçağ’ın en önemli musevi filozofu Maimonides (Meymuni) oldu; Aristoteles’in ilkelerine dayanan ve musevi filozoflar üstünde olduğu kadar hıristiyan Batı’da da etkili olan kapsayıcı bir din yorumlaması ve felsefi anlayış ortaya koydu.
İslâm’da ve hıristiyanlıkta olduğu gibi, musevilikte de dine ilişkin soyut ve kuramsal düşünce ile felsefe, sıkı bir ilişki içinde gelişti.
Bu gelişme özellikle, gizemci musevi geleneğinde, yani Kabala’da açıkça görülür.
Bu okulların batini (içrek) öğretileri, daha sonraki musevi düşüncesini, özellikle de Yeniçağ’ın başlarındaki en önemli musevi filozofu olan Spinoza’yı etkilemiştir.
Hem bağlı olduğu dinsel geleneğe, hem de Descartes’ın geometrik yöntemine dayanan Spinoza, çok derin bir felsefi tümtanrıcılık sistemi ortaya koymuştur.
İslâm düşünce geleneği de Eflatun’un ve Aristoteles’in yapıtlarından etkilenmiş, IX. yy’da yetişen yenieflatuncu el-Kindi’yi, evrensel bir İslâm felsefesi yaratmak için Eflatun’a ve Aristoteles’e dayanan Farabi izlemiştir.
Ama Ortaçağ İslâm filozoflarının en önemlisi İbni Sina’dır.
Öz ile varoluş arasındaki farktan yola çıkan İbni Sina, bir metafizik ortaya koymuştur.
Bu metafizikte, Tanrı zorunlu varlıktır ve yaratılmış dünyanın kendisinden türediği bir kaynaktır.
İbni Sina’nın metafiziği ve sezgici bilgi kuramı, Ortaçağ’ın geç döneminde Batı felsefesini ve İslâm düşüncesinin daha sonraki tarihini önemli ölçüde etkilemiştir.
Bu arada felsefe geleneğine karşı çıkan İslâm bilginleri de olmuş, XI. yy’da yaşamış tanrıbilimci ve gizemci filozof Gazali, felsefeyi, özellikle İbni Sina’nın felsefesini, zengin kanıtlarla ve derin bir düşünceyJe eleştirmiştir.
Gazali’nin Filozofların Tutarsızlığı (Tahâfüt ül-Felasife) adlı kitabını, İbni Rüşt Tutarsızlığı’nda (tahafüt üt-Tahafüt) ayrıntılı bir biçimde yanıtlanmıştır.
Bununla birlikte, İbni Rüşt, daha çok, Aristotales’in felsefesini yorumlamasıyla tanınmış ve Aristotalesçi geleneğe bağlı olan daha sonraki bütün düşünürler üstünde büyük etki göstermiştir.
Ortaçağın geç döneminde tarihçi ve filozof İbni Haldun, kültürü derinlemesine ve keskin bir eleştiriden geçirmiştir. Metafizik ve bilgi kuramı da, islam gizemciliğinin tanrıbilim okulları tarafından geliştirilmiştir.
Sistemli ilk hristiyan felsefesi, Origenes’in felsefesidir; Ama Avrupa’da Ortaçağ’da hiç bir filozof Aziz Augustinus’la boy ölçüşememiştir.
Augustinus, Plotinos’un metafiziğini hristiyanlığın teslis öğretisiyle kaynaştırarak, yeni eflatuncu bir görüş ortaya koymuş, bu görüşede bilginin, tanrı inayeti sayesinde aydınlanma yoluyla elde edildiğini ileri süren bir bilgi kuramı eklemiştir.
Mantık ve bilgi kuramının yepyeni bir ilgiyle ele alındığı XII. yy’a kadar, Augustinus’tan sonra önemli bir düşünce akımı ortaya çıkmamıştır.
Bu bağlam içinde en önemli filozoflar. Aziz Anselmus ve Abelard’dır.
XII. yy’ın sonunda ve XIII. yy’ın başında, Aristoteles’in metinleri, önce Arapça’dan, daha sonra da doğrudan doğruya Yunanca’dan çevirilerek Batı dünyasında yayıldı.
Başlangıçta belli bir dirençle karşılaşan Aristoteles felsefesi, zamanla biricik otorite haline geldi ve Rönesans’a kadar bu özelliğini korudu.
Önce aziz Albertus Magnus daha sonra da Aquinolu Tommaso, Aristoteles’in felsefesini, bir bireşim gerçekleştirmek için Augustinusçu gelenekle kaynaştırdılar ve Aristoteles’in, akılla kavranan en şeyler konusunda doğru düşünceler ileri sürdüğünü, ama aklın ulaşamadığı gerçeklerin de inancın konusu olduğunu savundular.
Aynı doğrultuda, aklın,Tanrı’nın varolduğunu kanıtlayabileceğini, ama Tanrı’nın doğasının ancak inançla bilinebileceğini ileri sürdüler. Aşırı aristotelesçi görüşleri benimseyen okullarsa, kiliseyle çatışmaya girdiler. Kilise,
1277’de Aristoteles’in ve Aquinolu Tommaso’nun görüşlerinden birçoğunu mahkûm eden bir bildirge yayınladı
XIV. yy’da iki filozof, Duns Scotus ve William of Ockham, büyük ün kazandılar.
Scotus, daha önceki görüşlere dayanan karmaşık bir felsefe ortaya koydu; Ockham’ın metafiziği ve bilgi kuramını eleştirmesiyse, felsefi akıl yürütmenin ve kanıtlamanın temellerinden biri olarak günümüze kadar varlığını korudu.
Akılcılık
Hıristiyanlık ile aristotelesçiliğin kaynaştırılması ve böylece bir bireşimin ortaya konması, skolastik felsefenin, temelini oluşturdu ve XVII. yy’a kadar Avrupa felsefesinde egemen oldu.
Rönesans sırasında, Eskiçağ felsefesin başka çığırları yeniden ele alınıp canlandırıldı ve skolastiğe karşı kullanıldı. Bu doğrultuda yapıtlar
ortaya koyan düşünürler arasında, Rönesans eflatuncularını ve Kabala’nın batıni öğretilerini benimseyenleri saymak gerekir. Felsefenin daha sonrak gelişmesi bakımından da, Eskiçağ kuşkuculuğu önemli rol oynadı.
Montaigne’in geniş okur kitlelerine tanıttığı kuşkuculuk, neyin bilinebileceğine ilişkin bilgi kuramı sorununu gündeme getirdi.
Böylece, yeni bilimsel okulların benimsedikleri yöntemler, Ortaçağ’dan devralınan ilkelere çatıştı ve bu ilkeleri soruşturma konusu yaptı. Rene Deseartes, bilginin üstünde sağlam bir biçimde temellendirilebileceği bir yöntem önerdi.
Bilgiye sağlam bir temel sağlamak için kendilerinden kuşku duyulamayacak ve gerçekliklerin ortaya konmasını sağlayacak “açık ve seçik düşünceler”in bulunmasının zorunlu olduğunu ileri sürdü. “Düşünüyorum, öyleyse varım”
önermesinin de, bu tür açık seçik bir düşünce olduğunu söyledi.
Bu düşünceyi bir ilke olarak kullanıp, düşünen töz ile uzamlı (yer kaplayan) tözü, yani zihin ile maddeyi birbirinden ayırt etti.
Tanrı, doğa ve zihin konusunda ileri sürdüğü düşünceler, günümüze kadar etkili olan Descartes, modern felsefesinin kurucusu sayılmaktadır.
Descartes’ın ölümünden birkaç yıl sonra Spinoza, onun felsefesini geliştirerek kendi kuramını ileri sürdü.
Bu kurama göre, yalnızca bir tek töz, yani Tanrı vardır ve Tanrı’nın iki niteliği düşünce ve uzamdır.
Ama Spinoza’nın Tanrı’sı, dinin geleneksel Tanrı’sının karşıtıdır Tanrı ya da Spinoza’nın düşündüğü biçimiyle Doğa, her şeyin kendilerinden türediği yasalardan başka şey değildir.
Spinoza’nın tümtanrıcı dünyasında, her şev ne olması gerekirse öyledir ve her şeyin akılsal olarak kavranıp anlaşılması gerekir.
Zihin ve beden de, aynı şeyin iki yanıdır; ya mantıksal olarak ya da doğa bilimi tarafından kavranmaları gerekir.
XVII. yy’ın üçüncü büyük akılcı filozofu Gottfried Wilhelm von Leibniz’dir.
Metafiziğindeki temel ke gücün ve enerjinin kaynağı olan “monad”dır.
Her monad, tanımıyla içsel olarak belirlenmiştir.
Monadlar birbirleri üstünde etki gösteremezler; ama “öncel bir düzen” uyarınca, bir monadın eylemi, bir başka monadın eylemine denk düşer.
Tanrı, bu dünyanın, dünyaların en iyisi olabilmesi için monadları seçip düzenlemiştir (daha az ya da daha çok monaddan oluşan bir dünya bu kadar iyi olamayacaktı ya da Tanrı bu dünyayı seçip belirlemeyecekti).
Leibniz, monadlar konusundaki doğruların, akılsal çözümlemeyle bulunabileceğine inanmıştır.
Deneycilik. Descartes, Spinoza ve Leibniz, bilgi kuramı bakımından akılcı filozoflardı ve akılla bulunabilecek metafizik gerçekler üstünde önemle|durmuşlardı.
Bu tür felsefeye karşı, bilginin temelinin duyu deneyimi olduğunu söyleyen bir başka felsefe, İngiltere’de ortaya çıktı.
Francis Bacon’la başlayan bu deneyci bilgi kuramı, çeşitli metafizik ve tanrıbilimsel güçlükleri ortadan kaldırmanın, aynı zamanda da bilgiyi ilerletmenin gerçek yolu olarak ileri sürüldü.
Bu kuram, en başarılı biçimde, John Locke tarafından ortaya kondu.
Locke,bütün bilgilerimizin duyu deneyiminden geldiğini ileri sürmüştür.
Ama bireyler, bilginin temelinde bulunan deneyimin, tanımlanamaz bir töz olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
Yani hiç kimse, zihnindeki düşünceleri doğrudan doğruya kavrayıp incelediğinde, bunların doğruluğundan emin olamaz; bunlara dayanılarak yapılan kanıtlamalardansa, çok daha az emin olabilir, Locke’un “duyusal bilgi” dediği şeyden, yani deneyimin gerçekliğinin bilgisindense, tümünden daha az emin olmak zorundadır.
Bilgi sınırlıdır; ama insanlar, bu dünyada yaşayıp etkili olabilmelerini sağlayabilecek kadar bilgi sahibi olabilirler.
Piskopos George Berkeley, Locke’un kuramının, düşüncelerin kaynağında maddesel bir töz bulunduğunu kabul ettiği için çok tehlikeli, kuşkucu ve din karşıtı eğilimler taşıdığını görmüş, dolayısıyla, gerçek olarak bilinebilen şeylerin yalnızca düşünceler olduğunu, bu düşüncelerin de ancak onları algılayan zihinde var olabileceklerini ileri sürmüştür.
Ona göre, madde, duyumların bir arada bulunmasından başka şey değildir ve algılamaktan ve algılanmaktan başka hiçbir şey de, gerçekten var olan bir şey değildir (esse est percipere).
Dünyayı birlik içinde tutan, Tanrı’nın her şeyi her zaman algılamasıdır.
Ne var ki, Berkeley’in “idealizm”ini pek az kime benimsemiştir.
Gerçekten de, onun dediği gibi bilgi yalnızca duyu deneyimiyse, dünyanın düşünceden ve bu düşüncelerin içinde bulunduğu zihinden daha fazla bir şey olması olanaksızdır.
Bu görüşe, felsefede, “tekbencilik” denir.
Tekbenciliğe göre, biricik gerçeklik “ben”dir.
Berkeley’i, tam anlamıyla tutarlı bir deneyci bilgi kuramının mutlak bir kuşkuculuğa götüreceğini ileri süren David Hume izlemiştir.
Hume’un felsefeye en büyük katkısı, bireyin, deneysel bilgiden bu deneye ilişkin hiçbir nedensel bilgi edinemeyeceğini ya da dolaysız deneyimin ötesindeki şeyler konusunda bilgi sahibi olmayacağını göstermesidir.
Birey, deneyimin bize gösterdiği neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi mantıksal olarak temellendiremez.
Dolayısıyla birey, geleceğin geçmişe benzemesi gerektiğini kabul ettiği zaman, hiçbir sağlam bilgi temeline dayanmamaktadır.
Bireyin deneyimde birbiriyle ilişkili halde bulunan şeylerin gelecekte de ilişki içinde bulunacaklarını ummasına ve beklemesine yol açan şey, alışkanlıktan başka şey değildir.
Hume, insanoğlunun, deney verilerinden, töz, zihin ve Tanrı konusunda gerçek bir bilgi edinemeyeceğini de ileri sürmüştür.
Ona göre bireyler, pek de haklı olmayarak bazı şeylere inanan kimseler olmadıkları zaman, tam anlamıyla kuşkuculuğa düşmek zorundaydılar.
Kant ve Hegel. Alman filozofu İmmanuel Kant, “Hume’u okuduğu zaman dogmatik uykusundan uyandığını ve bir yanıt bulunması gereken bilgi sorununun ne kadar derin olduğunu kavradığını” söylemiştir.
Kant, gerçek bilginin edinilebileceğini ileri sürüyordu.
Ama asıl önemli olan bu bilginin nasıl edinilebildiğini göstermekti.
Hume’un eleştirileri karşısında, Kant önce, bütün bilgilerin deneyle başladığı, ama bunun bütün bilgilerin deneyden geldiği anlamını taşımadığı üstünde durdu.
Ona göre, insan zihni, deney verilerini düzenleyen ve anlamlandıran biçimleri (formları) ve kategorileri sağlar. Bu kategoriler, olanaklı her deneyin zorunlu koşullan oldukları için, deneyin bazı temel özellikleri vardır
. Ama bu bilgi, olanaklı bütün deneylerin ötesine uzanamaz ve gerçek tözlere, kendinde-şeylere, insan benine ya da Tanrı’ya ilişkin bir bilgi olamaz.
Kant’tan sonra Almanya’da onun bütün olanaklı deneylerin biçiminin bireyden geldiğini ileri süren görüşüne dayanan yeni bir metafizik akım gelişti.
George VVİlhelm Friedrich Hegel, gerçekliğin temel öğesinin, zihnin içinde bulunan düzenleyici bir ilke olmadığını, ama bireylerde dile gelen ve dünya tarihinde kendini ortaya koyup açan bir süreç olduğunu ileri sürdü.
Ona göre, evrensel akıl, dünyanın evriminin çeşitli formlarında kendini dile getirir; salt fiziksel düzeyden, biyolojik düzeye, oradan insansal düzeye yükselir.
İnsansal düzeyde de. Eskiçağ tiranlığından, daha önceki bütün çelişkili gelişmelerin bir çözüme ulaştığı en son akılsal düzeydeki özgürlüğe doğru evrim geçirir.
Hegel, bütün insanlık tarihinin akılsal olduğunu ileri süren bir metafizik ortaya koymuş, düşünceleri, XIX. yy. boyunca bütün Avrupa’da, özellikle Karl Marx üstünde etkili olmuş, çok geçmeden, ABD’de Josiah Royce ve İngiltere’de F.H. Bradley gibi filozoflar tarafından da benimsenmiştir.
XX. yy. XX. yy. felsefesinin ayırt edici özelliği, bir bakıma, Hegel’e karşı çıkmasındadır.
ABD’de pragmacılık ve Bertrand Russell’ın modern deneyciliği (yani mantıksal olguculuk) ve hem İngiltere’de, hem de ABD’de ortaya çıkan dilbilimsel felsefe, hegelciliği reddetti.
Pragmacılar ayağı yere basan bir kuram ortaya attılar ve gerçeğin işe yarayan şey olduğunu söyleyerek, sorunları kestirip atmaya çalıştılar.
William James’tan John Dewey’e uzanan pragmacı felsefe, XX. yy’ın ilk yarısında, ABD düşüncesine egemen oldu.
Mantık bilimindeki çağdaş gelişmelere ve Hume’un ileri sürdüğüne benzeyen bir deneyciliğe dayanan mantıksal olguculuksa, Russell gibi İngiliz düşünürleri ile Viyana çevresi diye adlandırılan AvusturyalI filozoflar topluluğunun (başlıca temsilcisi Ludwig Wittgenstein, Cambridge’te Russell’ın öğrencisi olmuştur) çalışmaları sonucunda ortaya kondu.
İngiliz ve AvusturyalI olgucular, bir şeyin gerçek olduğunu, ancak mantıksal ya da bilimsel yöntemlerle doğrulandığı zaman söylenebileceğini ileri sürmüşler ve her çeşit metafizik düşünceye karşı çıkmışlar, hiçbir metafizik savın, bu sınamadan geçemeyeceği üstünde önemle durmuşlardır.
Fransa’da ve Almanya’da, çok farklı bir felsefe gelişmiş, Hegel’e karşı en şiddetli tepkiyi gösteren de, Danimarkalı Sören Kierkegaard olmuştur.
Kierkegaard, bütün metafizik sistemlerin başarısız olduğunu, ama bireyin umutsuzluktan kurtulması için herhangi bir inancı seçip bağlanmasının zorunlu olduğunu, bunu da bir “inanç sıçrayışı” ile gerçekleştirmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Kierkegaard’ın öznellik, ruhsal çatışma ve umutsuzluk üstünde önemle durması, “varoluşçuluk” adı verilen düşünce akımını büyük ölçüde etkilemiştir.
Ne var ki, Kierkegaard bir hıristiyan olduğu halde, onun düşünsel tutumunu benimseyenlerin çoğu Tanrı’ya inanmamaktadır.
Kant’a karşı gösterilen tepkinin en önemlisi de, Edmund Husserl’in olgubilimidir (“fenomenoloji”). Benlik ve aşkın düşünceler konusundaki felsefe sorularını bir yana bırakan Husserl, deneyi olduğu gibi ele alıp inceleyen bir çözümleme yöntemi ileri sürmüştür.
Husserl’in en önemli öğrencisi Martin Heidegger, “dünyada olmaklık”a ilişkin bir felsefe geliştirmiş, bu felsefe de Jean Paul Sartre’ı ve öbür varoluşçuları etkilemiştir.
Doğu Avrupa ülkelerinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki komünist yönetim yıllarında, marksçılık 1990 yıllarının başına kadar, egemen felsefi düşünce olmuştur.
Doğu Felsefesi
Hint düşünce geleneği.
Hint felsefe geleneği, Vedalar konusunda ileri sürülen düşünceler ve Upanişadlar’a ilişkin yorumlarla başlamıştır.
Böylece, bazıları Vedala-rın otoritesini bir yana atan birçok felsefe okulu ortaya çıkmış, dolayısıyla Hint felsefesi, genellikle, iki geleneğe ayrılmıştır: Vedaların otoritesini kabul eden koyu sofu hinduculuk akımı ile bu otoriteyi kabul etmeyen okullar.
Birinci kategoride şu altı okul yeralır: Samkhya, yoga, vaişesika, nyaya, mimamsa, vedanta.
İkinci kategori de çarvaka, caynacılık ve buddhacılığı kapsar.
Bu okulların en eski ve en büyük etki göstereni olan samkhya’nın İ.Ö. VII. yy’da yaşadığı sanılan ve Samkhya Sutra’yı (Samkhya’nın İlkeleri) yazdığı ileri sürülen Kapila tarafından kurulduğuna inanılır.
Samkhya metafiziği, prakriti ve pruşa arasındaki ayrıma dayanır.
Prakriti, nesnel ya da doğa; pruşa ise, öznel ya da benlik demektir.
Dünyadaki bütün nesneler, öncesiz-sonrasız ve nedensiz olan prakritiden türeyen atomların bileşimleridir.
Öte yandan pruşa, benle ya da zihinle bir tutulmamalıdır.
Pruşa da nedensiz, öncesiz-sonrasız ve değişmeye uğramayan bir varlıktır ve algılayan benin temelini oluşturur.
Bireysel ben ya da zihin bile, prakritinin sürekli atom hareketlerinin bir sonucudur.
Bu tür benliklerin birçok çeşidi vardır ve bunlar, bilincin dayandığı zeminlerdir; prakriti bunlarla bağlantı içinde kendini ortaya koyar.
Bütün Hint düşüncesinin ortak çıkış noktası olan acı çekmeye mahkûm olma durumu, pruşanın prakritiyle karışmasının sonucudur.
Bu durumdan kurtulma, bilgisizlik ortadan kaldırıldığı zaman, yani pruşanın değişen duyusal bağlılığının aldatıcı bir şey olduğu anlaşıldığı zaman gerçekleşir.
Bilgisizliğin ortadan kaldırılmasını sağlayan araçlar, yoga okulu tarafından incelenmiş ve ortaya konmuştur.
Patancali (İ.Ö. II. yy.) tarafından geliştirilen yoga, samkhyanın birçok görüşünü kabul etmekle birlikte tanrı İsvara’yla özdeşleştirilen yüce bir benliğin ya da pruşanın var olduğunu ileri sürer.
Yoganın yöntemi, derin düşünme aracılığıyla algıladığımız dünyaya olan bağımlılıktan kurtulmamızı sağlama amacını güder.
Derin düşünme aracılığıyla elde edilen bilgi, varlıkların doğasını sezgisel, doğrudan ve akılsal olmayan bir biçimde kavrayan bir “bilme”dir.
Bu sezgi, bireyselliğin ortadan kalkması ve benliğin, öncesiz-sonrasız pruşayla özdeşleşmesidir.
Yoganın belli bir biçimi, bütün öbür Hint düşünce okulları tarafından, aydınlanmanın pratik bir yöntemi olarak kabul edilmiştir.
Vaişesika öğretisinin, İ.Ö. III. yy’da Kanada tarafından geliştirildiği söylenir.
Bu öğreti, temeli bakımından çoklukçu bir metafiziktir ve şu dokuz tözün varlığını kabul eder: Toprak, su, ateş, hava, eter, uzam, zaman, benlik ve zihin.
Bunlardan ilk dört maddesel tözü kuran öğeler, atomlardır ve bu tözler, bileşik nesnelerin ortaya çıkmasını sağlarlar.
Zihin de atomlardan yapılmıştır; ama bileşik nesnelerin ortaya çıkmasını sağlamaz.
Vaişesikada, tanrıcı görüş ağır basar ve Tanrı’nın, Karma yasaları uyarınca, dünyayı yönlendirdiği ileri sürülür.
İnsan eylemleri, Karma’nın etkisini ve işleyişini destekler ve sürdürür; dolayısıyla, kurtuluşa!ulaşmak, eylemin sona erdirilmesiyle ve hazzın, acının ve genellikle deneyin ötesinde yeralan bir duruma varmakla gerçekleşebilir.
Nyaya, vaişesikaya çok yakın görüşleri benimser ve bu iki okul çoğunlukla bir arada ele alınır.
Nyaya, akıl yürütme ve kanıtlama yöntemleri üstünde önemle durur; bunları vaişesika metafiziğini temellendirmek için kullanır.
Ayrıca, okulun kurucusu Gantama (İ.Ö. II. yy.) tarafından ilk olarak ortaya atılan çeşitli bilgi biçimleri ve kökenleri arasında ayırım yapar. Nyaya, zamanla,
vaişesika okulunun kabul ettiği Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için birçok kanıt geliştirmiştir ve bunlar, Batı düşünce geleneğindeki klasik kanıtlarla bir paralellik gösterir.
Mimamsa, genellikle iki dala ayrılır: Pruva mimamsa, uttara mimamsa. Cainini’nin Mimamsa Sufra’sının İ.Ö.IV. yy’da yazıldığı sanılmaktadır ve bu yapıt daha sonra VII. yy’da, Kumarila Bhatta ve Prabhakara gibi iki önemli filozofun benimsediği bir geleneği başlatmıştır.
Mimamsa, Vedalar’da açıklanmış olan dinsel yasanın ya da ödevin (“Dharma”) doğasını ve gereklerini temellendirme sorunuyla uğraşır.
Böylece, mimamsa filozoflarının mantığa ve bilgi kuramına da büyük katkılarda bulunmuş olmalarına karşın, temel olarak, pratik ve ahlaksal sorunlar üstünde durur.
Mimamsa, özellikle de uttara mimamsa, Vedanta’ya sıkı sıkıya bağlıdır ve çoğunlukla Vedanta geleneği içinde yeralan bir okul olarak görülür.
Vedanta, “Vedaların sonu” anlamına gelir ve Vedaların içeriğinin çözümlenmesini ve kavranmasını belirtir.
Vedantanın çıkış noktası, Vedanta Sutraları da denen Badaraya’nın Brahma Sutraları’dır.
Bu yapıt, upanişadları açıklamak ve düzenlemek için gerçekleştirilen ilk girişimlerden biridir ve kavranması çok güç bir metindir.
Dolayısıyla, Vedanta okullarının büyük filozofları tarafından sürekli olarak açımlanmıştır.
Okulların üstünde en önemle durdukları konu, Brahma’nın yorumlanması ve onun “atman”la (benlik) ilişkisidir.
Söz konusu okulların en ünlüsü, Şankara’nın (İ.S. 788-820) ikiciliği reddeden Vedanta’sıdır.
Şankara’ya göre Brahma farklılaşmamıştır; öncesiz-sonrasızdır; değişikliğe uğramaz, içinde yaşadığımız dünyaysa, bir aldatmacadır, yani “maya”dır.
Ramanuca’nın (öl. 1137) ikiciliği reddeden görüşü (vişestadvaita) bireysel benliğin (atman) ve dünyanın gerçek bir varlığı olduğu üstünde durur; ama her ikisinin de Brahma’ya dayandığını ileri sürer
. Madhva’nın (1197-1276) ikici görüşe dayanan Vedantası ya da dvaita, Brahma ile atman arasında olduğu gibi, Brahma ile dünya arasında da kesin bir ayırım bulunduğunu ileri sürer.
Vedaların otoritesini kabul etmeyen okullardan çarvaka, ancak, bu okula karşı çıkanların yazılarından tanınmaktadır.
Veda öğretisine tepki olarak ortaya çıkan tam anlamıyla maddeci bir görüş ileri sürdüğü, dünyadaki yaşamın en büyük gerçek olduğunu, bireyin ölümle birlikte ortadan tamamen kalktığını savunduğu ve kişinin haz duymasına dayanan bir ahlâk felsefesi ortava koyduğu söylenebilir.
Caynacılıksa, İ.Ö. VI. yy’da ortaya çıkmış bir ahlaksal dindir ve madde ile ruh arasında bir ayırım gözettiği gibi, tanrıtanımaz bir evren anlayışına dayanan gerçekçi bir atomculuğu da savunur.
Bu okula göre, bireyin kurtuluşu, şu üç ilkeye bağlanmakla elde edilir: Erdemlerin bilinmesi; erdemlere göre yaşamak (erdemler, şiddete başvurmama, doğruyu söyleme, hırsızlık yapmama ve terbiyedir); yaşamın gösterişlerine kapılmamak.
Buddhacılık, İ.Ö. VI.-V. yy’larda bir mezhep akımı olarak Hindistan’da ortaya çıkmış, ama Çin’in, Güneydoğu Asya’nın ve Japonya’nın büyük bir kesimine de yayılmıştır.
Buddhacılığın tarihinde, birçok farklı felsefe geleneğinin ortaya çıktığı görülür.
Dharma, buddhacılığın temel kavramıdır; “varlıkların doğası”, “yasa”, “gerçeğin doğru olarak görülmesi”, vb. çeşitli anlamlara gelir.
Çoğul olarak kullanıldığında da, salt dış görünüşe karşıt olarak, gerçeğin kurucu öğeleri demektir.
Buddhacılığın aşağı yukarı bütün okullarının ortak görüşüne göre, dünyada bulunan her şeyin kökeni bir başka şeydedir ve bu görüşe “bağımlı ortak kökenlilik” denir.
Aynı görüş, çoğunlukla bir oluş ve değişme metafiziğinin ileri sürülmesine yol açmıştır; bu metafizik de, genellikle bir atomcu çokçuluk kuramına bağlıdır.
Aşağı yukarı buddhacı okullarda ortak olarak ortaya çıkar ve benliğin kişiliği kuran beş öğenin (yani skandhalar’ın) bir topluluğundan başka şey olmadığını ileri sürer.
Bu öğretilerin incelenip çözümlenmesi, okullara göre değişiklik göstermiş ve Buddha’nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır.
Bu görüşlerin 18 tane olduğu söylenir.
En önemli iki görüş, mahasanghika ve sthavira’dır.
Mahasanghika, geniş halk kitlelerine yayılmıştır; sthaviraysa, eski filozoflardan kalan geleneği sürdürmek savındadır.
Bu iki gruptan, mahayana buddhacılığı ve theravada buddhacılığı türemiştir ve ikilik, günümüzde de sürüp gitmektedir.
Theravadanın felsefe okulları arasında, pudgalavadin, vahibhasika ve sautrantikayı saymak gerekir.
Pudgalavadin, anatta öğretisini kabul etmez.
Söz konusu okullar da çeşitlilik gösterirler ve birçok mezhebe ayrılmışlardır; ama, yeniden doğuşun ve bireysel kurtuluşun gerçekleşebilmesi için bir çeşit birleştirici kişiliğin (pudgala) bulunması gerektiği görüşünü tümü kabul eder.
Pudgala, bütün bu görüşleri belirleyen bir ilke olarak rol oynamıştır ve buddhacılığın çeşitli dinsel ve düşünsel öğretilerinin bu açıdan bir anlam taşıdığı söylenebilir.
Öte yandan, vaibhasika (saravastivadin mezhebinin bir koludur), dharmaların, yani gerçekliği kuran öğelerin, gerektiği gibi incelenirlerse, algı ve duyu dünyasının öğeleriyle özdeş olduklarının anlaşılacağını ileri sürer.
Söz konusu olan, nedensel yasalarla birbirine bağlanmış birçok olayın incelenmesi ve çözümlenmesidir.
Bu öğretiye göre bilgi, gerçek olayların ve nesnelerin algısal olarak doğrudan doğruya kavranmasıdır.
Sautrantikanın, vaibhasikayla birçok ortak noktası vardır; ama çeşitli kollan, olaylar ve görünüşler dünyası ile gerçekten var olan dünyayı birbirinden ayırt ederler.
Dolayısıyla sautrantika, algılanan dharmaların gerçek olduğunu kabul etmez.
İki okul arasında bilgi kuramları açısından önemli bir fark vardır; çünkü, sautrantika, vaibhasikadan farklı olarak, nesnelerin doğrudan doğruya algılandığını ileri sürmez.
Bu öğretiye göre nesneler, dünya ile kurulan ilişki aracılığıyla zihinde yer eden duyusal tasanmlardan türetilirler.
Mahayana okulları arasında en önemli ikisi, yogacara ve madhyamikadır.
Yogacara, yukarda sözü edilen üç okuldan, yalnızca, bilincin gerçekten var olduğunu ve algılanan nesnelerin bir dış görünüş ve aldanıştan başka bir şey olmadığını ileri sürmesi bakımından ayrılır.
Bu görüşünü de, nesnelerin geçici ve anlık olaylardan oluştuğu, süreklilikleri olmadığı, dolayısıyla da var olduklannın söylenemeyeceği düşüncesine dayandırır.
Karma’nın yasalarına bağlı olan aydınlanmamış bilinç, bunu kavrayamaz; ama yoga uygulamalarıyla ahlaksal disiplinle, özgürlüğe ulaşılabilir ve algılanan dünya ile bilincin özdeşliği kavranabilir.
Birçok bilgin, madhyamikanın, buddhacılığın temel felsefesi olduğunu ileri sürmüştür.
Madhyamika, “orta yol yolcusu” anlamına gelir ve öbür okulların aşırı tutumları arasında bir orta yolun izlendiğini belirtir.
Bu okulun kurucusu ve en büyük düşünürü, Nagarcuna’dır (İ.S. II. yy.). Nagarcuna, bilginin ancak önermelerle dile getirilebildiğini ileri süren bilgi kuramını ayrıntılı bir biçimde eleştirmiştir.
Ona göre, önermeler, şu ya da bu kavramdan ve algılardan türemiştir ve gerçekliğin doğru bir tasarımından çok, bireyin zihninde kurduğu düşüncelerdir.
Bu kavramsal kuruluşların göreli olduğu kavrandığında ve mutlak bilgiye ve gerçeğe ulaşılabileceği savı bir yana bırakıldığında, gerçek bir anlayışa varılmış olur.
En yüce bilgelik, bu geçici ve süreksiz gerçekliği görüp tanımak ve kavramlarla koşullanmamış olan gerçeğin kendisinin doğrudan doğruya fark edilmesi durumuna ulaşmaktır.
Aralarında zen okullarının da bulunduğu daha sonraki birçok çığırın madhyamikaya bağlı olduğu ileri sürülmüştür; ama bu ilişkiyi bütünüyle ortaya koyabilmek konusunda birçok güçlükle karşılaşılmaktadır.
Çin düşünce geleneği.
Çin’de felsefi düşüncenin asıl ilgi alanı, toplumsal ve siyasal felsefedir.
Ama bu, Çin felsefi düşüncesinde evrenbilim ve metafizik kuramlarının olmadığı anlamına gelmez.
Nitekim İ Çing, eksiksiz bir evren tasarımı ortaya koymuştur.
Düşünceleri İ.Ö. VII. yy’da yazıya geçirilmiş ve bu kitap, daha sonraki Çin felsefesinin gelişmesini önemli ölçüde etkilemiştir.
Bununla birlikte, Çin’de tanınan ve bilinen ilk filozof Konfüçyüs’tür (İ.Ö. 541-497).
Konfüçyüs, filozofun amacının, bilgili bir kimse haline gelmek olduğunu ileri sürmüştür; ama bununla, yalnızca birtakım olgular konusunda bilgi edinmiş olmayı kastetmemiştir.
Belirtmek istediği, kurallarını ve ilkelerini kendisinin ortaya koyduğu klasik metinlerin iyice bilinmesidir.
Konfüçyüs’e göre, bir kimse, toplum yaşamındaki yeri ne olursa olsun, evrenin ahlaksal düzeni, kendisinin bu evrendeki yeri konusunda bilgi edinebilir.
Konfüçyüs ayrıca, aile yaşamının öncelikle önem taşıdığını belirtmiş ve aile üyelerine düşen görevleri açıkladığı gibi, uyum, birlik ve ahlâk yaşamının kendisinde bulunan apaçık iyilik üstünde de önemle durmuştur.
Bu anlayış, konfüçyüsçülükte, birçok açıdan, egemen bir anlayış olarak varlığını sürdürmüştür.
Konfüçyüs’ün yazıya geçirilmiş sözleri, sistemli bir dünya görüşünü dile getirmez.
Konfüçyüsçü gelenekte bir felsefe sistemi kurmaya yönelen ilk düşünür Mençius’tur (İ.Ö. IV.-III. yy.).
Mençius, insanın temeli bakımından iyi olduğunu, ama ahlâksal sorumluluktan yan çizmenin, kötü bir biçimde yetiştirilmiş olmaktan ileri geldiğini ileri sürmüştür.
Ona göre, ahlâk bakımından kötü yetiştirilmiş olmanın sonuçları, eğitimle giderilebilir; dolayısıyla, toplum, daha iyi bir hale getirilebilir.
Yönetimin amacı, halkın refah içinde yaşamasını sağlamak ve toplumu kusursuz hale getirmekti.
Gerçek yönetici, doğuştan iyiliği ve ahlâk duygusuyla, bu amaca uygun hareket edecektir.
Konfüçyüsçü akımda, Mençius’un idealizmine tam anlamıyla karşıt bir görüş, bir kuşak sonra, Şün Zu (İ.Ö. 330-225) tarafından ileri sürülmüştür.
Şün Zu’ya göre, birey doğuştan iyi olmak şöyle dursun, kötü ve uygar olmayan bir yaratıktır.
Dolayısıyla, doğuştan gelen ahlâksal erdemleri, eğitim yoluyla ortaya çıkarıp geliştirmek yerine, bu erdemleri dıştan zorla kabul ettirmek gerekir.
Bu öğreti, çeşitli biçimlerde yorumlanmıştır.
Gerçekten de, böyle bir görüş, ahlâk kurallarının mutlak olmadığı düşüncesine, dolayısıyla da hem liberalizme, hem de baskıcılığa yol açar.