Gottfried Wilhelm Leibniz | Biyografi |
Gottfried Wilhelm Leibniz Alman filozofu ve matematikçisi (Leipzig 1646-Hannover 1716).
On beş yaşındayken, eski dilleri esaslı şekilde öğrenmiş, yunan ve latin edebiyatlarını okumuş ve iskolastik öğretiyi kavramıştı.
Bacon, Cardan, Kampannella ye Kepler, Galileo, Descartes gibi modern filozofları okudu ve Descartes’ın mekanizma anlayışını bundan sonra benimsedi.
1663’te Leipzig’de, fertleşme ilkesi konusunda tezini verdi.
Bu eserde, adcı olduğunu açıkladı.
Jena’ya gidip matematik öğrenimi yaptı ve o tarihten itibaren diferansiyel hesap ilkelerini fark etti.
Oradan Altdorf’a geçti ve hukuk ile ilgilenerek De Casıbus Perplexis in Jure (Hukukta Tereddütlü Durumlar) [1666] başlıklı doktora tezini verdi.
Aynı dönemde, Nürnberg’de Rosenkreuz tarikatına girdi; kimya deneyleri üstünde çalıştı ve Boineburg baronu ile dostluk kurarak, en yüksek siyasî meselelerle uğraştı, (ıSpecimen Demonstrationum Politicorum Pro Eligendo Rege Polonorum (Polonya Krallarının Seçimi Konusunda inceleme) [1669].
Dinî meselelere (Confessio Naturae Contra Atheistas (Tanrıtanımazlara Karşı Tabiatın İtirafı) [1668], matematik ve mekanik konularına eserlerinde yer verdi.
Katoliklerin cevher değişimi dogmasının ve luther’ci «gerçek bulunuş» dogmasının incelenmesi, onu Descartes’m cevher konusundaki doktrininin yerine konacak bir öğreti aramaya sevk etti.
1672’de, Paris’e gitti ve Louis XIV’ü Mısır’ın fethine razı etmeye çalıştı.
Orada dört yıl kaldı (1673’te Londra’ya yaptığı kısa bir seyahat hariç); zamanın bütün büyük aydınlarıyla tanıştı ve matematik üstüne incelemelerini derinleştirdi.
Diferansiyel hesabı kesinlikle tespiti, Paris’te kalışının sonuna yani 1676’ya rastlar.
Bu tarihte Hannover’e çağırıldı ve Braunschweig-Lüneburg dükası kendisine Kütüphane muhafızlığını teklif etti.
Başlıca felsefe eserlerini orada kaleme aldı.
Fakat siyasetle uğraşmaktan vaz geçmedi, 1678’de imparatorlukta alman prenslerinin haklarını savundu; halkına Batı medeniyetini aşılaması için Büyük Petro’ya, bir tasarı sundu, bütün diplomatik müzakerelere karıştı.
Matematikçi olarak 1684’te sonsuz küçükler hesabının ana hatlarını kapsayan Nova Methodus’u (Yeni Metot) yayınladı.
Jeolog olarak 1680 yılında, bazı kayaların iç asıllı (meselâ, erime halindeki maddelerin yeniden soğumasından ileri gelmiş), bazılarının da dış asıllı (meselâ, eriyik halindeki maddelerin çökeltisiyle meydana gelmiş) yapıda olduğunu buldu, ilâhiyatçı olarak hıristiyan kiliselerini hangi şartlar altında birbirine yaklaştırmanın mümkün olabileceğini inceledi.
Bossuet ile bu konuda mektuplaştı; Systema TheoIogicum’mu (ilâhiyat Sistemi) [1684] yayınladı.
Tarihçi olarak tarihî tenkidi kurdu.
1693’te, bir devletler hukuku derlemesi yayınladı.
1701’de Braunschweig hanedanı konusunda toplamış bulunduğu malzemeyi kaleme almaya başladı.
Dilbilim alanında, milletlerin aslını keşfetmeğe yarayacak bir metot aradı; insanın belirmesinden önce dünyanın geçirdiği değişiklikleri inceleyen bir bilim dalı kurmak istedi.
Ama Leibniz, filozof olarak büyüktü.
1648’te Meditations sur la Connaissance la Veri te et les idees (Bilgi, Hakikat ve Fikirler Üstüne Dügünceler) adlı eserinde Descartes ile ilişkilerini kesiyor ve mantıkî imkân ile varoluş imkânı arasındaki verimli ayrımını ortaya koyuyordu.
Leibniz’i çelişmezlik ilkesi ile yeter sebep ilkesini ayırt etmeğe götürecek olan görüş işte budur.
1691’den 1694’e kadar yazdığı küçük risalelerinde Descartes’çılığa karşı, maddenin özünün yer kaplama değil, güç (enerji) olduğunu savundu; ve 1694’te, Systeme Nouveau de la Nature et de la Communication de s Substances (Tabiat ve Cevherlerin İlişkisi Üstüne Metot) adlı kitabında, birçok defa tasarlamış olduğu öncel düzen doktrinini geliştirdi.
Fikirlerinin tümünü üç büyük eserinde, farklı üç görüş açısından ortaya koydu.
İnsan Zihni Üstüne Yeni Denemeler’üt (Nouveaux Essais sur l’Entendement Humain) [1704], bilgi meselesini ele aldı.
Locke’un «boş levha» nazariyesini çürüttü ve doğuştan varolan fikirler nazariyesini savundu; bilginin salt deneyle açıklanamayacağını; bizde, zorunlu ve evrensel hakikatlerin bulunduğunu; bunları deney sayesinde keşfettiğimizi, fakat deneyden üstün olduklarını, çelişme ilkesine ve yeter sebep ilkesine bağlı olduklarını ileri sürdü.
«Zihnin kendi hariç, zihinde duyulardan gelmeyen hiç bir şey yoktur».
Locke öldüğünden Leibniz bu eseri yayınlamaktan vaz geçti ve ancak 1765’te yayınlandı.
Bayle’e cevap olarak yazdığı Essais de Theodicee’âe (Teodise Üstüne Denemeler) [1710] Leibniz özellikle kötülüğün varlığıyla Tanrı’nın varlığını bağdaştırmaya çalıştı ve dünyanın iyi olduğunu değil, mümkün olan dünyaların en iyisi olduğunu savunarak iyimserliğini ortaya koydu.
Filozofa göre, dünyadaki kötülük, mümkün olan kötülüğün en azıdır.
Kötülük öz bakımından dar kafalı olan yaratıkların mükemmel olmayışlarından ileri gelmektedir.
Maddî kötülük ile manevî kötülük, bu metafizik fenalığın sonuçlarıdır.
Leibniz, bu eserde bütün büyük meselelere, özellikle Tanrı’nın geleceği bilmesi ve insan hürriyeti meselelerine değinir.
Monadologie’âe (Monadoloji) [1714], varlık meselesini ele alır ve doktrinin tümünü açıklar.
Cevherler, basit (monades), uzamsız, manevî ve etkendirler.
Algı ve iştihası bulunan, ama hafıza olmayan en mütevazılarından, akıl sahibi olanlara ve Tanrı’ya kadar, monadlar, basamak basamak sıralanır.
Birbirlerine kapalıdırlar ve eşyanın birbiri üzerindeki etkisi varlıkların bütün hareketlerini önceden düzenleyen bir tanrısal öndüzenlemeden (öncel düzen) ibarettir.
Evren, ahlâkî bir âlem, tanrısal bir sitedir; orada «en iyi», konulmuş kanunlar uyarınca yavaş yavaş meydana gelir ve tabiatin yollan, sonunda, lütuf yollarına ayak uydurur.
Leibniz aynı yıl, bu son fikrini Principes de la Nature et de la Grâce (Tabiatın ve Tanrısal Lûtfun İlkeleri) adlı risalesinde tekrar ele aldı.
Leibniz’in felsefesi ruhçu ve dinamik bir idealizmdir; idealist metafiziği, kurulmasına katkıda bulunduğu hareket bilimiyle bağdaştırmaya çalışır.
Aynı şekilde, bilgi nazariyesi konusunda da Leibniz duyumculuk ile akılcılığı bağdaştırma çabasındadır.
Felsefesinin bu eklektik niteliği bir yandan ansiklopedik bilgilerinden, öte yandan geçmiş yüzyılların mirasıyla yeni bilimin edinilmesi arasında bir geçiş döneminin damgaladığı çağından ve nihayet, zekâsının sınır tanımaz canlılığından ileri gelmiştir.