Hakkında Bilgi

Hakkında Bilgi,Ansiklopedik Bilgi

Biyografi

İbni Haldun Kimdir,Hayatı,Felsefesi | Filozof Biyografileri |

İbni Haldun Kimdir,Tarih,Toplum,Devlet,Bilim Felsefesi Tunus’ta hafsî yöneticilerinin yanında görev aldı, sonra bu görevi bırakıp kaçtı (1352).

İbni Haldun Hayatı

Fas sarayına gitti (1354).

Marınî sultanı Ebu inan’ın yanında görev aldı.

Hafsîlere sürgün gönderilen Ebu Abdullah ile olan yolculuğu yüzünden tutuklandı (1357), sonra serbest bırakıldı (1358).

İbni Haldun
İbni Haldun Kimdir,Tarih,Toplum,Devlet,Bilim Felsefesi

İnan’ın yerine geçen sultan Ebu Salim tarafından devlet kâtipliğiyle görevlendirildi (1359).

Sonra’ Granada’ya gitti.

Muhammed V’in hizmetine girdi.

Bir süre sonra gözden düştü.

Bica’ya gönderildi.

Orada yönetimi ele geçiren Ebu Abdullah’ın başbakanı oldu, sonra Hafsîlerden Ebu Abbas’ın yönetiminde görev aldı.

Bir süre Biskra’da kaldı. 1372 Yılında Fas’a gitti.

Oradan kaçarak El-Ubbad’a gitti (1374) Tunus’a döndü (1378).

Mısır’a gitti, orada kadılıkla görevlendirildi (1384).

Giriştiği yenilikler yüzünden görevine son verildi.

Hacca gitti (1388).

Tekrar kadılık görevine getirildi (1399).

Görevine son verildi, değişik tarihlerde tekrar kadılığa getirildi.

Son görevi gene kadılıktı.

Bu görevler ve geziler sırasında gittiği ülkelerdeki değişik toplumların yapılarını, kuruluşlarını, niteliklerini, özelliklerini gözden geçirdi.

Toplumları birbirinden ayıran özleri, toplumu kuran temel ilkeleri, insan topluluklarının ortak yanlarını, birbirlerine yaklaşma ve uzaklaşmalarını sağlayan ana kuralları inceledi.

Her ülkenin tarih ve coğrafya bakımından taşıdığı özelliği, insanlar arasındaki karşılıklı bağlantıları düzenli bir tutumla tanımaya, inşaları bir toplum içinde yaşamaya zorlayan dış ve iç etkileri öğrenmeye çalıştı.

İklim değişiklikleri ile toplumlar arasında ortaya çıkan ayrılıkları açıklamak için gerekli ön bilgileri topladı, Gezdiği, gördüğü yerlerde yaşayan halkların geleneklerini, inançlarını, dinlerini, göreneklerini, alışkanlıklarını olduğu gibi tespit etti.

İçinde yaşadığı halkların tarihleriyle ilgilendi, özellikle gezdiği yerlerde, görev dolayısiyla bulunduğu ülkelerde yaşayan göçebe kavimlerin durumunu, onları böyle bir yaşama türünü benimsemeğe iten temel kuralları araştırdı.

Halk inançları arasında görülen temel ayrılıkların kaynaklarını bulmaya çalıştı, araştırmaları daha çok deneye dayandırmanın gerekliliğini, gerçek amaca ancak bu yolla erişilebileceğini kavradı.

İbni Haldun Felsefi Düşüncesi

   İbni Haldun Tarih Felsefesi

İbni Haldun düşünce ve anlayış bakımından gözlemci bir düşünürdü.

Felsefesinin ana kaynağı, insan topluluklarının, kökünü yaşamada bulunan, gerçek yapısıdır.

Felsefeye tarih açısından baktığı için bir tarih filozofudur, tarih felsefesinin yaşama gerçeklerinden doğduğunu, insan topluluğunu açıklamanın ancak insanı gerçek yaşayışı içinde tanımakla mümkün olabileceğini ileri sürer.

İbni Haldun’a göre tarihi yapan temel kurallar, insan kurumlandır, insan kurumları ise gelenekler, görenekler, inançlar, dinler, alışkanlıklar, siyasî kuruluş biçimleri gibi kaynağını insan yaşayışında bulan yapılardır.

insan, ancak yaşadığı topluluk içinde, taşıdığı inançlar, gelenek ve göreneklerle gerçek olarak vardır.

Her topluluk, onu kuran insanların ana niteliklerini taşır, insan topluluğu insancıl kuruluşların belli ölçüler içinde biçimlenen, gerçekleşen bir sonucudur.

İnsanı toplumdan, toplumu insandan ayrı düşünemeyiz. Toplumu anlamanın yolu insandan geçer.

İbni Haldun, «ümran» dediği toplumu: «temeddün» adını verdiği medeniyeti anlamak, incelemek için, önce insan toplumunu (el-ictima-el insan) etkileyen olayların (kevanin) bilinmesi gereğine inanır.

Bir toplumun anlaşılması, açıklanması için en güvenilir ilke, toplulukların biçim değiştirmesini sağlayan kurallardır.

Nerede ve hangi etkiler altında olursa olsun, öz olan insan toplumudur, biçim ve dış değişiklikler onun görünüşteki özelliklerini sağlayan ârazdır (ilinekler).

İnsanların belli etkiler altında zorunlu olarak biraraya gelmesinden doğan toplumu anlamak, açıklamak için diş görünüşlerine değil, içyapısına bakmak, yapısını kuran ilkeleri, özünü yaratan olayları incelemek, kavramak gerekir.

Anlamanın temel ilkesi öze, özü yapana inmektir, insan topluluğu boyuna gelişen, dış etkiler altında sürekli olarak değişen bir varlıktır, onu ancak bu sürekli değişmeler içinde anlayabiliriz.

İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır, toplum insan varlığı için gereklidir.

     İbni Haldun Toplum Anlayışı

Toplumun kuruluşunda üç ana ilke vardır:

a) İnsanın yaşaması, beslenmesi, varlığını sürdüren gerekli nesnelerin elde edilmesi için karşılıklı dayanışma gereği;

b) ortak inançların, karşılıklı yardımlaşmaların, tek başına görülemeyecek işlerin birlikte görülmesi;

c) dış etkilerle, özellikle vahşîlerin, düşmanların saldırısı karşısında biraraya gelme, ‘birleşme zorunluluğu.

Bunlar bir toplumun doğmasında, biçim kazanmasında geniş ölçüde rol oynayan dış olaylardır.

Bir de toplumun içyapısı vardır.

O da geleneklerin, göreneklerin, insanları birbirine yaklaştıran ve kökünü duygu hayatında bulan ortak duygulanmaların sağladığı örgüdür, insanın yalnız olamayışı, başkalarının yardımına, el tutmasına ihtiyaç duyuşu, ortak çıkarların biraraya gelişi toplumu gerektiren etkilerdendir.

    İbni Haldun Devlet Felsefesi

Toplum, devletin özüdür, toplumun dışında, toplumdan doğmayan veya topluma dayanmayan bir devlet yoktur, insan topluluklarının gelişmesi, kesin ve genel birtakım kuralların ortaya çıkışı, birleşmesi sonucu devlet doğar.

Bu bakımdan devlet insan yaratılışına uygundur, toplum içinde yaşayan insanın gerekli bir olayıdır.

Devlet bir yaratık değil, bir kuruluş’tur.

İnsandan sonra vardır, insanın gerçek hayatı, günlük olayların kurduğu geniş çaplı birleşme düzeni dışında, yalnız düşüncede yaşayan, kaynağını gerçek insan eylemlerinde bulmayan bir devlet yoktur.

Devletin özü insandır, insan kendi gibi düşünen, eylemde bulunan, düzen kuran, kuralların birleşmesini sağlayan canlı varlıklarla devleti kurar.

Devletin en küçük yapıcı, kurucu bölümü, gerçek temeli insandır.

Devlet büyük insan, insan küçük devlettir, ibni Haldun, bu görüşle sosyolojisinin temelini kurar.

Âleme, devlete insan açısından bakar.

Devletsiz toplum pek yoktur, böyle bir toplum olsa olsa ancak sürekli savaş içinde yaşayan, gerçek hayatı çarpışmada bulan ilkel kavimlerde görülebilir.

Eski yunan ve latin filozoflarının, insanı «medenî bir varlık» olarak görmesi «polis» dedikleri devlet biçimini düzenli bir toplum olarak yorumlamalarından dolayıdır.

İlkçağ filozoflarının yanıldığı yer, devleti, toplumu ancak düşüncede yaşayan yüce bir taslağa göre kurmaya çalışmalarındandır.

ibn Haldun, bu konuda Eflatun, Aristoteles ve yeni-eflatuncu felsefe çığırının görüşlerine karşıdır.

   İbni Haldun Toplum Anlayışı

Toplum içinde yaşayan insanın iki türlü toplumsal hayatı vardır.

Bunların biri göçebe, öteki yerleşik yaşayış türüdür. Her iki tür yaşayışa da içten ve dıştan gelen baskılar vardır.

Toplumun kurulmasında, insanların birlikte yaşama gereği duymasında bu iki baskının önemi büyüktür.

İşbölümü, uzmanlık atılanlarının ortaya çıkışı, çalışma ve işbirliği gibi toplum olayları, birlikte yaşamanın doğurduğu kaçınılmaz sonuçlardır.

Bu köklü oluşlar insan topluluklarının ilerlemesini, medeniyetin gelişmesini sağlar.

İnsan, yaşadığı toplum içinde birçok alışkanlık edinir.

Bunlar onun genel niteliklerini yaratır, insanın özü (tabiatı) kazandığı alışkanlıklar sonucu biçimlenir, özellik ve kesinlik elde eder.

Bu bakımdan insanın yaratılışı (mizacı) doğuştan değil, sonradan kazanılmadır (iktisabî).

insanlar gibi kavimler ve boylar da niteliklerini, genel özelliklerini sonradan kazanır.

Birtakım alışkanlıklar zamanla insanı değiştirir, insana yeni bir öz (tabiat) kazandırır.

Bu yüzden insan niteliği atadan, anadan gelen birtakım değişmez kuralların değil, alışkanlıkların ürünüdür, insan tabiatı bir alışkanlıktır.

Görenekler, gelenekler (örf ve âdet) zamanla kesinlik ve genel geçerlik kazanmış birer alışkanlıktır, ibni Haldun’un bu görüşüne göre insan tabiatını (karakterini) yaratan ancak toplumsal eylemlerin, davranışların biçimlendirdiği alışkanlıklardır.

Sosyoloji alanında deneye dayanan, insan tabiatının sonradan kazanılma (iktisabî) olduğunu söyleyen bu görüş doğu ve batı düşüncesinde yenidir.

Bu görüşü ilk defa ortaya atan, ona belli bir anlam kazandıran İbni Haldun’dur.

İbni Haldun’a göre kavimler üç türlüdür: vahşiler, yarı vahşiler ve kabileler.

Kabile insan kavminin en gelişmiş, belli kurallara; topluluk anlayışına, ölçülü bir yaşama düzenine kavuşmuş en ileri biçimidir.

Bu ayrı toplum biçiminin genel niteliklerini sağlayan üç ayrı geçim biçimi vardır: avcılık, çobanlık, tarım.

Kabilede yerleşme başlayınca birtakım toplum kuralları, genel geçerlik kazanan yasalar, karşılıklı anlaşmalardan doğan sosyal dayanışmalar, işbirliği, birlikte ve belli ilkelere göre yaşama düzeni ortaya çıkar.

Toplumun temeli dayanışmadır (el-asabiye).

Dayanışma üç türlüdür.

Göçebelerde, devlette birliği, bütünlüğü sağlayan temel ilke, ana kural olan kan bağı, kentlerde sosyal bağlılık olarak ortaya çıkar, insanlar arasında kan yakınlığından, soy birliğinden (akrabalık) gelen bir dayanışma yoktur, ancak duygulara dayanan geçici, köksüz yakınlaşmalar vardır.

Bunlara da dayanışma denemez.

İbni Haldun’a göre akrabalık (soy birliği) dörde ayrılır; el-karâbe (yakınlık); el-halef (soy, nesil); el-valâ (koruma, himaye); el-dakkâle (evlâtlık).

Bunların her biri kaynağını toplumda bulur, hepsi de toplum olarak yaşama gereğinin sonucudur.

Dayanışmayı doğuran, el-himaye (koruma), el-müdafaa (savunma), el-mutalaba (karşılıklı istek) gibi üç toplum olayıdır.

Bu üç olay birbirinden ayrılamaz, ayrıldığı yerde toplumun temel ilkelerinden biri olan dayanışma ortaya çıkamaz.

Dayanışma ne kadar köklü, ne kadar sağlam olursa olsun, belli bir alınyazısı vardır, ondan kurtulamaz, beklenen sonucu değiştiremez.

Çünkü, dayanışmanın en geniş, en gelişmiş durumu toplumu devlet biçimine ulaştırmasıdır.

insan topluluklarının en olgun, en yüce biçimi olan devlet zamanla kaynağına, başladığı yere varacaktır.

Bu başlangıç yeri de dağılmadır, en küçük bölüme, özünü kuran ilk topluluğa varmadır.

Her devlet bir insan gibidir.

Devletle toplum arasındaki bağ madde ile biçim gibidir.

Nasıl ki madde ile biçim birbirinden ayrılamaz, birbirinden ayrı ve bağımsız olarak kendini sürdüremezse, devletle toplum da öyledir.

Birinin olmadığı yerde öteki de olamaz.

Oluş ve yok oluş, ikisinde eş zaman akışı içinde gerçekleşir.

Bu yüzden toplumda başlayan çözülme devlete, devlette ortaya çıkan dağılma topluma geçer.

Devlet, madde gibi zamanın süresi içinde birçok değişime uğrar, yeni yeni biçimler kazanır, bir balmumu gibi çevrenin etkileri altında değişir, yumuşar, sıvı olur, erir, katılaşır, sonunda en küçük bölümlerine ayrılır, bütünlüğünden uzaklaşır.

Devlet yapısı, kuruluşu gereği canlı bir varlık (organisme) gibidir.

En küçük bölümlerin biraraya gelmesiyle doğar, ilk çocukluk ve gençlik çağlarını yaşar, güçlenir, ikinci ve üçüncü dönemde olgunluk çağına ulaşır, en güçlü zamanını yaşar.

Daha sonra yaşlılık dönemi gelir.

Bütünlüğünü sağlayan özler, ana ilkeler arasında çözülme, gevşeme başlar.

En sonunda dağılır.

Bu dağılma onun gerçek ölümüdür.

    Tavır

İbni Haldun, bu görüşüyle devleti bir insana benzetmekte, onu canlı bir varlığın yaşama çizgisi üstünde incelemektedir.

Ona göre, devlet doğuş ve batışla sınırlıdır, er geç yıkılacaktır.

Bu çöküş, onun yapısı, kuruluşu gereğidir, ondan kurtulamaz, ibni Haldun’un bu görüşü, kökünü tarih, coğrafya, ikisat ye psikolojide bulan bir determinizmdir.

Devlet, bu dört etkenin biraraya gelmesiyle kurulur, dağılmasıyla yıkılır.

Burada deneye dayanan, tabiat olaylarından kalkan bir devlet anlayışı vardır.

Bu anlayış açısından bakılınca, toplumun gerekli bir evrimden geçtiği, elinde olmadan, yalnız iç ve dış etkilerin baskısı altında bu gelişim çizgisi üstünde yürüdüğü ortaya çıkıyor.

Bu gerekirci (determinist) bir tarih görüşüdür, kökünü deneyde, yaşanan olayların doğurduğu sonuçlarda bulur.

Durum, toplum ve devlet kavramı altında toplanan bütün kuruluşlar için böyledir.

Büyüme, serpilme, çökme bir devletin geçirmek zorunda kaldığı üç aşamadır.

Bunlar değişmez, kaçınılmaz alınyazısıdır.

İbni Haldun, bu üç ayrı aşamaya «tavır» adını veriyor. Aşamalar (tavırlar) beşe ayrılır:

1. zafer tavrı, bu tavır toplumsal dayanışmadan (el-asabiye) doğar.

2. yönetimin baskıya dayanması ve tek elde olması (istibdat tavrı) Bu aşamada topluluğun içinde biri bütün yönetimi ele geçirir, yavaş yavaş yönetenle yönetilen topluluk arasında ayrılıklar başgösterir, ezici güç ağırlığını gösterir.

3. barış ve mutluluk aşaması (ferağ tavrı).Bu, toplumun mutluluk ve barış içinde yaşama dönemidir.

Güzel sanatların, bilimin, mimarînin, toplumsal düzenin kurulduğu dönemdir.

Bu aşamada siyasî güçlülük, toplumun bütün kurumlarını etkisi altında bulundurur.

Devletin siyasî gücü ile toplum kurumlan arasında bir yakınlık görülür.

Siyasî gücün yanı başında kurumlar da gelişir.

4. çöküş aşaması (müsalemet tavrı). Devlet yönetimini elinde bulunduran kurumlarda, ailede çökme, çözülme başlamış, gerileme ve soysuzlaşma bütün çıplaklığı ile görünüş alanına çıkmıştır.

Devletin beyleri, yöneticileri arasında çatışmalar, ayaklanmalar görülür, genel bir çözülme başlar.

5. aşın tüketim aşaması (israf tavrı). Devletin dağılmasını sağlayan olaylar, kurumları ele geçirme, tüketim ve gelir arasında dengesizlik, yönetimi ele geçirmek için gereksiz çatışmalar, yöneticiler arasında işe elkoyma, başa geçme çekişmeleri görülür.

Her devlet, başlangıçta «hazerî» denen siyasî bir topluluğun sonucudur.

Şehirli olan bu «hazerî», başka deyimle «medenî» topluluğun sonu, yönetimin tek elde toplanmasıdır (mutlakiyet).

Bunun da kaynağı aşiretteki asabiye’ye (dayanışma)’, dayanır.

Toplum dayanışması, tarihi boyunca, birçok çekişme (mücadele) sonucu kurulur.

Böylece toplumsal dayanışmanın gelişimi sonucu doğan devlet, bozulması sonucu ortadan kalkar.

İbni Haldun Felsefesi

Felsefe, varlık kavramı altında toplanan, illet (neden) ve sudur (oluş, ortaya çıkış) gibi iki ilkeyle sınırlanan bütün nesnelerin (mevcudat) genel bilimidir.

Konusu, gerçek olan, duyulur dünyanın sınırları içinde kalan varlıklardır.

Eski filozofların ileri sürdüğü İlâhî zat ve yüce akıl âlemi gerçeğe uymaz, onlar akılla kavranamaz, doğrulukları, yanlışlıkları üstünde kesin bir sonuca varılamaz.

İlletini (ilk nedenini) bilemediğimiz bir konu üstünde durmak, birtakım mantık oyunlarıyla onu açıklamaya çalışmak tutarlı, bilimsel bir yol değildir.

Kavramlar, gerçek ortamda (duyulur âlem) karşılıklarını bulamazsa boşlukta kalır, gerçeklerin açıklanmasında yararlı olamaz.

Kaynağını duyulur ortamda, çevremizi kuşatan varlıklarda bulmayan bir kavram gerçek değildir.

Bütün kavramların kökü deney ve gözlem olmalıdır.

Mantık, insanı kesin bilgiye götürmediği gibi yeni bir bilgi de vermez, bir şey öğretmez.

Mantığın tek yararı, koyduğu kurallarla insana doğru düşünmeyi öğretmesi, doğru düşünmenin yollarını göstermesidir.

Mantık, kesin bilgiye ulaşmanın yollarını gösteren bir yöntemdir; bilgi sağlayan bir kaynak, geçerliği olan, kesin bilgiler veren bir alan değildir.

O yalnız gidilecek yolu, geçilmesi gereken aşamaları bildirir.

Deney ve gözlemle edinilen bilgileri sıralamaya, ölçmeye yardımcı olur.

Gerçek olan duyularla (gözlem ve deneyle) verilendir, insan düşüncesinin birtakım soyutlamalar sonucu elde ettiği kavramlar gerçek değildir, birer türetmedir.

Simya, ilmi nücûm (astroloji) birer bilim değildir, gerçek dışıdır.

Deneyle, gözlemle ilgileri olmadığı gibi, doğru düşünmeyi, kesin ilkelere göre çalışmayı bilen bir akılla da bağdaşamaz.

Bütün bilimler, içinde yaşadığımız toplumun kuralları gereğince edindiğimiz bilgilerden kurulur, kaynakları deney ve gözlemdir.

Felsefe de deney ve gözleme dayanmadığı için bilim değildir.

Ancak deneye, gözleme dayanan, işlediği konuların kaynağını duyu verilerinde (deney ve özlemde) bulan bir felsefe, bilim niteliği taşıyabilir, ibni Haldun, burada meşaî (gezimci) filozoflarının kesin akılcılığına karşı çıkmakta, onların görüş ve düşüncelerine inanmamaktadır.

Sosyal çevrenin, toplum etkilerinin verilerini kaynak olarak almayan her düşünce çığırı (felsefe) gerçekten uzaktır. Tarih olayları, insan bilgisinin en önemli kaynaklarından biridir.

Tarih, eskilerin sandığı gibi art arda sıralanan gelişigüzel olaylar yığını değildir.

Âlemde (kâinatta) gelişen,ortaya çıkan olayların incelenmesi, insan düşüncesinin birer yaratması olan buluşların kültür aşamalarının öğrenilmesi, illet (neden) ve sonuçların olaylar dizisi içindeki yerini bulmak, belli ve bilimsel ölçülere göre sıralamak, değerlendirmek tarihin konusudur.

Bu bakımdan tarih gerçekçi bir felsefedir.

ibni Haldun, bilimler sınıflamasında felsefeye yer vermez.

Onun büim dışı saydığı felsefe daha çok ilkçağın akılcı, kaynağını duyu verilerinde değil de soyutlama sonucu elde edilen kavramlarda bulan felsefedir.

   İbni Haldun Tarih Felsefesi

Tarih, deneyci, gözlemci bir bilimdir.

Konusu, kaynağı maddede, deney verilerine dayanan akıl ilkelerinde bulan kültür varlıkları ve toplum hayatıdır.

Tarih, insan topluluklarının en ilkel, en yalın durumdan en gelişmiş, en olgun aşamaya ulaştığını gösterir.

Bu konuda araştırmalar, incelemeler, deneye dayanan yorumlar yapar.

Toplumun beslenmesini, geçimini, kültür aşamalarını, iç ve dış yapılarını, geçirdiği değişim ve dönemleri konu edinir, inceler, onlardan birtakım kesin ve geçerli sonuçlar çıkarır.

İbni Haldun, burada ekonomiye, coğrafyaya, toplumun öteki kurumlarma geniş yer verir.

İktisadî olayların önemini göz önünde tutar.

Bu konuda kaynağını maddede (maddeye dayanan oluşlarda) bulan maddeci tarih anlayışına öncülük eder.

Fakat, bugünkü anlamda bir maddecilikten ayrılır.

Tarih, bir bilim olduğu için, akıl yürütmeye yer verir.

Fakat bu akıl yürütmenin kaynağı, insan düşüncesinin ürünü olan soyut kavramlar değil, gözlemden, deneyden gelen somut kavramlardır.

Akılyürütmede duyu verilerinin (deney bilgilerinin) kesin bir geçerliği vardır.

Medeniyettoplumun düşünce ve sanat ürünlerinin, kültür varlıklarının bir toplamıdır, daha doğrusu bir kültür ürünleri bütünüdür.

Onun da kaynağı gene tabiattır, toplumdur.

Medeniyet ürünlerinin kökünde, deney ve gözlem verilerinin açık izleri görülür.

Sanat, düşünce ve kültür bakımından ileri giden bir toplumda, bütün öteki sosyal kurumlar da bu durumdadır.

Toplum iteri gidince her alanda gider, gerilerse her alanda geriler.

Bir toplumda yapıcı kurumlar (saray ile) yayıldığı ölçüde, bilimler de yayılır.

Bilimlerin yayılması ve gelişmesi, yapıcı, üretici kurumlann, sanatların yayılmasına, gelişmesine bağlıdır.

Bu iki düşünce kurumunu birbirinden ayrı düşünemeyiz, biri ötekini gerekli kılar.

Çünkü bütün bilimler, sanatlar, kültür kurumlan toplumun geliştirdiği insan aklının bir ürünüdür, kökünü gözlemde, yaşanan gerçeklerde, yaşama olaylarında bulur.

Bu bakımdan her medeniyet bir akıl ürünüdür ve somut oluşlara, gelişmelere dayanır.

   İbni Haldun Din Felsefesi

Din de bir toplum ürünüdür, insan düşüncesinin eseridir.

Yalnız, İbni Haldun bu konuyu ayrıca ele almaz. İslâm dini üstüne kesin görüşler, düşünceler ileri sürmez.

Şeriatın yapısı, niteliği, konularıyla ilgili açıklamalarda bulunmaz.

Deneye, gözleme önem vermesi, toplum dışında kesin geçerliği olan bir gerçek tanımaması, tabiatçı bir anlayış açısından olaylara bakması, din konusunda da tutumunun böyle olması gerektiğini gösterir.

İslâm medeniyeti konusunda Yakın doğunun daha ileri, daha yaratıcı bir durumda olduğunu söylerken, Arapların «kötü fatihler» olduğunu, «bir imparatorluğu yönetme konusunda çok az yetenekli olduklarını» söylemekten kaçınmaz.

Türklerin bu gibi konularda Arap-lardan üstün olduklarını açıkça yazar.

  İbni Haldun Bilim Anlayışı

Bilimlerin sınırlandırılması, konularına, dayandıkları ilke ve kurallara göre yapılabilir.

İbni Haldun’a göre bilimler «aklî» ve «naklî» olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.

Aklî bilimler, mantık, tabiiyat (insan, hayvan, bitkiler) ve bölümleri, ilâhiyat, tealim (aritmetik, geometri, musiki, hey’et) olmak üzere dört bölümdür.

Her birinin sınırlı, kesin bir alanı, belli konuları vardır.

Hepsinin de kaynağı toplumdur, yönetici ilkesi akıldır, deneyle, gözlemle bağlantıları vardır.

Naklî bilimler, tefsir, kıraat (Kur’an okuma), hadis, fıkıh (cedel ve hilafiyat), usuli fıkıh (ve feraiz), kelâm, tasavvuf, rüya tabiri, lisaniyat (lügat, nahiv, beyan, edeb) olmak üzere dokuz bölümdür.

Rüya tabiri, tasavvuf gibi kolları bilim sayması zamanının görüşlerine uyması yüzündendir.

Ancak, rüya tabirinin bilimler arasında yer alması, ona psikolojik bir açıdan bakması dolayısıyladır.

Ortaçağda, özellikle doğu islâm düşüncesinde rüya tabir etmenin özel bir önemi vardı, onu burada İbni Haldun’un inanmadığı ilmi nücûmla (astroloji-falcılık) bir tutmamak gerekir, ibni Haldun, rüyaları yorumlamayı da toplum olaylarına bağlar.

Yaşanan birtakım olayların rüyaları doğurduğuna inanır. Bu konuda da gözlemci ve deneycidir.

   İbni Haldun Bilim Felsefesi

Hukuk anlayışına gelince, bu konuda da, toplum olaylarının derin etkisini ileri sürer.

Toplumların sürekli çekişmeler içinde olduğunu, güçlünün ötekileri kendine bağlayıp yönetimi ele geçirdiğini, bunun kaçınılmaz bir toplum gerekliliği olduğunu üstü kapalı olarak söyler.

Görüşlerinden hukukun temeli olan hak kavramının güçten (kuvvet) doğduğu sonucu çıkarılır.

Yalnız, bu görüşün kaynağında da toplum olaylarının, sürekli çatışmaların izlerini bulmak kolaydır.

Toplumun içinde bulunduğu durum, sürekli çatışmalar, gittikçe gelişen kurumlar birtakım gerekli sonuçlar doğurur.

Bu sonuçlar, yönetici düzeni sağlayan ve toplum içinde genel geçerliği olan kuralların, yasaların ortaya çıkması, belli bir anlayışa göre düzenlenmesine yolaçar.

işte, toplumu belli düzene göre yöneten yasalar bu karşılıklı çekişmelerin, çatışmaların sonunda başarıya ulaşanların, toplumun gelenek ve göreneklerine göre, koydukları geniş çaplı kurallardır.

Bunların da toplumun kaçınılmaz, doğması gerekli birer ürünü olduğu açıktır.

İbni Haldun, yaşadığı çağda pek ilgi çekmedi, eserleri bir bütün olarak incelenmedi.

En önemli eseri olan Mukaddeme (Başlangıç) kendinden yüzlerce yıl sonra ilgi çekti.

XVIII. yy. sonlarında, özellikle XIX. yy. ortalarında ünü birdenbire yayıldı.

Batıda geniş ölçüde araştırma ve incelemelere konu oldu, ibni Haldun, daha çok deney ve gözleme dayanan, toplum olaylarını onlarla açıklamaya çalışan düşünürler tarafından benimsendi, onları etkiledi, batıda deneyci ve gözlemci toplum araştırmalarının kurucusu olarak bilindi.

Sosyolojinin ortaya çıkması, toplum olaylarının ayrı bir bilim konusu olarak ele alınması, İbni Haldun’un değerini artırdı.

Başta alman ve fransız düşünürleri olmak üzere birçok batı bilgini Mukaddeme üstünde geniş çalışmalar, yorumlar yaptılar, onu batı dillerine tercüme ettiler: G. de Slane, La Traduction de s Prelegomnes d’ibn Khaldoun (1862-1868); Alfred von Kremer, İbn Khaldun und seine Kulturgeschichte der islamischen Reiche (1877); G. Le Bon, La Civilisation des Arabes (1884); Bouthoul, La Philosophie Sociale d’ibn Khaldoun. Türkiye’de ilk defa Cevdet Paşa, Mukaddemei ibn Haldun adıyla eserini Türkçeye tercüme etti.

Ondan sonra Suphi Bey Mukaddemei İbni Haldun adıyla, son olarak da Zakir Kadiri Ugan Mukaddime adıyla eserini Türkçeye tercüme etti (1954).

İbni Haldun

Bir yanıt yazın