İbni Rüşd Kimdir Hayatı ve Eserleri | Filozof Biyografileri |
İbni Rüşd Kimdir Ahlak,Tanrı,Mantık Felsefesi Kelâm, fıkıh, edebiyat ve tıp öğrenimi gördü.
İbni Rüşd’ün Kısaca Hayatı ve Eserleri
Ebu Cafer Harun’dan tıp okudu.
Şiirle uğraştı, işbiliye’de kadılık yaptı.
Sonra kendini büsbütün felsefeye verdi.
Başta Farabî, İbni Sina, Gazzalı olmak üzere kendinden önce gelen bütün islâm filozof ve bilginlerinin eserlerini okudu.
Çağdaşı olan ibni Zühr ve ibni Tufeyl ile yakın dost oldu.
Kelâmda Eş’arîlerin, fıkıhta Malilerin görüşlerini benimsedi.
Zamanında bilinen eski anadolu ve yunan filozoflarının yazılarını inceledi, özellikle Aristoteles ve yeni eflatun’cuların düşüncelerini benimsedi.
Aristoteles ile Eflatun felsefesini uzlaştırmağa çalışan akılcı felsefe çığırının yolunda yürüdü.
İbni Rüşd Felsefesi
Felsefeye daha çok İskenderiye’li Plotinos’un geliştirdiği yeni-eflatun’cu açıdan bakan İbni Rüşd sonradan Aristoteles’in görüşlerine dayanan akılcı meşaî okulunun düşünce ilkelerine, varlık anlayışına bağlandı.
Aristoteles’in o zamanlar bilinen bütün eserlerini islâm dininin ana kurallarına dayanan bir tutumla yeniden yorumladı.
Yeni-eflatun’cu görüşlerle aristoteles felsefesinin uzlaştırılmasından doğan meşaî felsefesi bütün felsefe konularını akıl ilkeleriyle açıklamağa çalışan bir anlayışa dayanır.
Bu çığıra göre fizik, bilgi, mantık, ahlâk, metafizik gibi din de bilimsel bir açıdan ele alınmalı, aklın sınırları içine giren konular aklın kurallarına göre açıklanmalı, yorumlan malıdır.
Din için bilim gereklidir.
Eserlerinde Gazzalî’nin görüşlerini derin bir anlayışla inceleyen ibni Rüşd, imanın şaşmaz bir çözüm yolu olduğuna inanmaz, imanı akıldan üstün tutan, aklın yanılıp imanın yanılmayacağını ileri süren Gazzalî’ye karşı felsefenin bir akıl alanı olduğunu, kesin bir çözüm yolu getiremeyeceğini, genel geçerlik taşıyan kurallardan yoksun olduğunu savundu.
İbn Rüşd Tanrı Anlayışı
İbni Rüşd’e göre felsefenin temel konusu var olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemek, açıklamaya çalışmaktır.
Bütün varlık türlerinin doruğunda bulunan ve yüce bir varlık olan Tanrı’ya yalnız var olandan, beş duyu ile algılanarak akıl ilkelerine göre açıklanandan, yorumlanandan gidilebilir.
Felsefe, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri kendine konu edinen bir bilimdir, bilim niteliği taşıdığı için de, genel geçerliği olan tümeller (küllîler) üstüne kurulmalıdır.
Varlığı kendine konu edinen felsefenin yolu, kesin ölçülere göre düşünmek, âlemi (özünü maddede bulan varlık türlerinin bütününü) anlamaya, açıklamaya çalışmaktır, bilmektir.
Âlem denen varlıklar bütünü heyulâ’dan (ezelî olan, yaratılmamış olan maddeden) doğmuştur.
Bu ilk madde (heyulâ) tümel (küllî) geçerliği olan bir güçtür (imkân’dır).
İlk ‘madde (her yulâ) özünde varlığı barındıran «mahz imkân» dır, özünde yaratıcı, ortaya çıkıcı eylemi saklayan varedici «güç»tür.
Bu ilk özden çıkan her «cevher», kendini ortaya koyan, yaratan özle (maddeyle) birlikte ezelî’dir.
ilk madde, yaratılmamıştır, sonradan olma (hâdis) değildir, onun için yaratılmış (mahlûk) kavramı kullanılamaz.
Bu niteliği dolayısıyla sonsuz’dur, yok olmayacaktır.
Varoluş, geçmişten geleceğe doğru uzayan sonsuz bir akıştır, özünde «varolma gücü» taşıyan her şey «kuvveden fiile» geçer, duran bir olucu, oluşturucu güç iken eylem niteliği kazanır, görünüş ve algı alanına çıkar. «Ezelî» olan bîr nesnenin (varlığın) özünde olabilmekle olmak (mümkün ile vâki) arasında ayrılık yoktur.
Eylem (ortaya koyucu hareket) ilksiz ve sonsuzdur (ezelî ve ebedî’dir).
Oluş, yaratılış, ortaya çıkış, yoktan var olma anlamına gelmez.
Hiç bir oluş, gerçekleşme, sınırlı değildir, süreklidir.
Bu yüzden, eylem (hareket) «ezelî ve ebedî» bir nitelik taşır.
Bir hareketin nedeni (illet’i) ondan önceki harekettir.
Hareketler oluş sırasına göre birbirininin illetidir.
Zaman kendi başına bağımsız bir varlık değildir, ancak eylemle (hareket’le) vardır, insan, sürekli eylem içinde olan bir varlıktır.
Zamanı anlama ve ölçme, içinde bulunulan eylem (hareket) dolayısıyledir.
Hareket, bir eyleme geçiş olduğu için «eylem»dir.
Her oluş eylemledir, eylem olmadan hiç bir nesne ortaya çıkamaz, varlık alanına giremez, ilk hareket ettirici güç, bağımsız bir ortaya koyucu (faili muhtar) değildir
Onun için ancak (faili mucib), eylemde bulunma zorunda olan «fail», deyimini kullanabiliriz.
Varlık, vardır, var olmak «varlık» kavramı altında toplanan nesnenin özünde bulunan «gereklilik» sonucudur.
Bu bakımdan, varlık kendi özü gereğidir, var olmama durumu onun için geçerli değildir.
Varlık (çokluk olarak varlık) somut olarak vardır.
Çokluk biçimde (form içinde) bir «birlik» olarak toplanmış durumdadır.
Varlığın cinsleri türlerden (nevilerden), türler ise tek tek olanlardan (fertlerden) kurulu bir bütündür.
Tanrı, zorunlu olarak vardır.
Onun «zorunlu» oluşundan varlık, var olmadan da cinsler, türler, tek tek olanlar (fertler) ortaya çıkar, öyleyse «varlık» (oluş) en yüceden en aşağı basamakta bulunana doğru sürekli bir akış, bir gelişim niteliğindedir.
İbni Rüşd’e göre fizik alana dönmek, onun kurallarını, genel geçerlik taşıyan yasalarını, oluş ilkelerini kavramak ve bilmekle Tanrı’ya varılır, ilk kımıldatıcı (muharrik-i evvel) olan Tanrı ancak fizik alanda bulunabilir.
İbni Rüşd Tanrı Anlayışı
Evreni (kâinat) yöneten engin güç Tanrı’dır; Tanrı sınırsız bir «irade»dir.
Bütün düzenleyici, yönetici, belli bir kurala göre sıralayıcı güç, ondan çıkar.
O, «küllî» bir akılla birleşmiş, kaynaşmıştır, içinde bulunduğumuz «âlem»e doğrudan doğruya karışmaz, onunla kaynaşmış bir bütün değildir (Allah’ın âlemle ittisali yoktur).
Tanrı ilk akla (aklı evvel), ilk akıl da varlıklara (eşya) oluş, ortaya çıkış (meydana geliş) gücünü kazandırır (feyz verir), ilk akıl, yıldızlardaki güçlerin, gök katlarında (felekler) diriliğin (hayatın) fışkırdığı yerdir.
Her gök katı bir «daire» içindedir, orada döner.
Her dairenin belli bir yolu, yörüngesi, aklı, bilinen bir gücü vardır.
Bu akıllar, yukarıdan aşağı doğru sıralanır, birbirine bağlanır.
Devinmeleri birbirini takip eder.
Tanrı, kendisinden yalnız iyi (hayır) fışkıran (sâdır olan) bir yüce varlıktır.
Kötülükler (şer’ler) ondan gelmez.
Bundan da onun âlemde olup biten bütün işlere karışmadığı anlaşılır.
Kötülük (şer), evrene yönelen yüce kurallara, tanrısal yasalara aykırı davranışlardan doğar.
O, insanın eseridir.
Tanrı, «külliler»i bilir, türleri, tek tek olanları (fertleri), tikelleri (cüzîler) ancak ilk aklın aracılığıyla bilebilir.
Tanrı’nın bilgisi başka bir nitelik taşır, etkilerden doğmaz, sürekli eylem içindedir (bilfiildir).
Gök katları (felekler) yörüngeleri üzerindeki dönüşlerinde (hareket-i devriye) Tanrı’ya bağlıdır.
İbni Rüşd Ahlak Felsefesi
İbni Rüşd ahlâk konusunda yeni bir görüş getirmediği gibi Aristoteles ve kelâmcıların ileri sürdüğü düşüncelere de bağlı kalmaz.
Bu konuda daha çok Kur’an’ın ortaya attığı bazı kuralları benimser görünür.
Ona göre, insan kesin olarak «hür» ve bağımsız (muhtar) değildir.
Ancak, kadere, kendisine «iradesi dışında» verildiği söylenen birtakım ilkelere de kesinlikle bağlı kalmaz.
insan, kendi özü (nefsi) gereği bağımsızdır.
Nefis, insan gövdesinde (bedeninde) bağımsızdır, kesin bir özgürlüğü vardır.
Yaşamayı (hayat) sağlayan dış olaylar, insanın dışındaki eylemler, oluşlar bakımından insan bağımlıdır, birtakım şartların etkisi altındadır.
İnsan kendi iç varlığı ile hür, dışındakilerle hür değildir, tabiî ve tanrısal yasaların yönetimi altındadır.
Bundan insanın iki ayrı sınır arasında kaldığı sonucu çıkar.
O, bir «irade varlığı» olarak kendi eylemlerinden sorumludur, nefsin yönetimi altında gerçekleştirdiği bütün davranışlardan dolayı sorumluluk duygusu taşır.
Kendi elinde olmayan, dıştan gelen etkilerden dolayı sorumlu değildir.
Bu görüşten çıkan anlam şudur: insan, bir ahlâk konusu olarak kaderci ve cebriyeci çığırlar arasındadır.
Bu görüşlerin her ikisinin de kaynağı Kur’an’dır.
Bilgi
İbni Rüşd’ün görüşüne göre bilgiyi sağlayan temel ilke akıldır.
Bilginin genel geçerliği, kesinliği aklın kurallarına uymasına bağlıdır, insan özünde, bir cevher olan, bedene bağlanmayan nefis vardır.
Bilme eylemini sağlayan, gerçekleştiren bu nefis’tir.
Nefis, aklın taşıyıcısıdır, onunla kaynaşmış bir durumdadır.
Nefis akılla en kesin biçimini kazanır. Bu bakımdan «nefis» kendisine verilen ve kendinden olan her şeyi bilir, kavrar.
Bilmenin üç ilkesi vardır: a. her varlık kendi özünü kuran, kendini gerçekleştiren ilkeleriyle bilinir;
b. her varlık ancak kendi benzeri olanla, yapı ve kuruluş bakımından kendi niteliklerini taşıyanla bilinir;
c. nefis, bir bütün olarak özünde varlık ilkelerini taşıdığı için her şeyi bilme gücünü taşır.
Bilen nefis, bağımsız bir özdür, cevherdir, gövdenin (beden) âraz’ı olamaz, varlığını bedene borçlu değildir, ibni Rüşd’ün bu bilgi ve nefis anlayışı her ne kadar Aristoteles’ten gelirse de, gerçek kaynağı Empedokles’tedir.
Empedokles’e göre insan «küçük evren»dir.
Evreni (âlem) kuran toprak, hava, su, ateş gibi ilkeler insanın özünde, birleşmiş bir durumda vardır.
Bu değişik ilkelerin birleşmesini sağlayan sevgi, ayrılmasını gerçekleştiren iğrenme (nefret) insanın özünde bulunur.
İnsanla, dış âlemin yapısı eş ilkelerden kurulu olduğu için, insan nefsi kendi dışında ve içinde kendinden olan her şeyi bilir, kavrar.
Bu görüş Eflatun tarafından bazı değişikliklere uğratılmış, Aristoteles’in elinde yeni bir yorumdan geçmiş, ibni Rüşd tarafından da ikinci ve aristoteles’çi bir açıdan yorumlanarak benimsenmiştir.
Bu iki ilkçağ filozofunda olduğu gibi onda da nefisler bütün insanlarda birdir, eştir.
Onun bir birliği, aydınlığı bir cevher olmasından ötürüdür.
İbni Rüşd Mantık Çalışmaları
İbni Rüşd mantık konusunda tam bir aristoteles’çidir.
Onun koyduğu kuralları, kendi çağının bilgi verilerine dayanan bir görüşle yorumlar.
Mantık, doğru düşünmenin, insanı yanlıştan kurtarmanın, gerçek bilgiye ulaşmanın yollarını gösteren bir bilgi ‘dalıdır.
Onun kuralları aklın kurallarıdır.
Mantığın temel amacı kavramlar arasında en doğru, en kesin bağlantıyı kurmak, aklın genel geçerliği olan ilkelerine göre davranmaktır.
ibni Rüşd, bu konuda akıl yürütme ve kanıtlamaya (îstidlâl ve burhan) büyük önem verir.
Kesin bilginin elde edilmesinde, yanlıştan kurtulmada akıl yürütmenin temel ilke olduğunu ileri sürer.
İbni Rüşd Psikolojisi
İbni Rüşd felsefesinin temel bölümlerinden biri de akıllar ve nefisleri konu edinen psikolojidir.
Psikolojiden incelediği konuların kaynağı sudur görüşüdür.
Bu görüşün konusu gök katlarının akılları (telekî akıllar) ile insan akıllarıdır (beşerî akıl), ibni Rüşd’ün de bağlı olduğu meşaî okuluna göre evren (kâinat) Tanrı’dan sudur etmiştir.
Evrenin başlangıcı (mebdei) Tanrı’dır.
Tanrı, evrenin «merkezi», evreni yöneten genel kuralların, güçlerin ana kaynağıdır.
Tanrı, evreni yöneten bu güçlere karışmaz (dahi etmez).
Bu genel güçler, dolaylı olarak Tanrı’nın yönetimi altına girer.
Evreni yöneten genel güçler ve kurallar Tanrı ile doğrudan doğruya birleşmez (ittisal etmez). Tanrı, bir genel güç olarak evrenin ayrıntılarıyla ilgilenmez.
Tanrı, ancak «ilk akıl» aracılığıyla evreni yönetir, yalnız yarattığı (ilk akılla) birleşme (ittisal) halindedir.
Evren, bu ilk akıl aracılığı ve Tanrı ile birleşir.
Bu ilk akıl, evrenin yaratılışı konusunda ilk ve tek aracıdır, ilk akıl, yıldızları yöneten güçlerin fışkırdığı ilk kaynaktır.
Birer, canlı varlık olan yıldızlar, ilk aklın yönetimi altında belli dairelerde dönerler, ilk akıl, bu dairelerin yüreğidir.
Yıldızların döndüğü bu dairelerin ayrı ayrı akıllan vardır.
Birbiri ardınca gelen bu akıllar birbirine bağlanır.
Her akıl, belli sıraya göre kendinden bir öncekinden fışkırmıştır («sudur» etmiştir).
Ayrıca her akıldan hem nefis hem de yönettiği gökaltı (felek) doğar.
Bütün akıllar basamak basamak ilk akıldan doğduğu için ilk akıl, bütün olup bitenleri bilir, ilk akıl Tanrı’ya en yakın olduğu, onunla birleşmiş (ittisal) durumda bulunduğu için Tanrı onun aracılığıyla ancak genel geçerliği olanları bilebilir.
Her biri ayrı bir aklın taşıyıcısı olan, o taşıdığı akıl tarafından yönetilen gökkatları (felekler) dokuz tanedir.
Bu dokuz feleğin dokuz aklı ve o sayıda nefsi vardır.
Akıllar, sıra ile birbirinden fışkırdığı için basamak basamak ana kaynakları olan ilk akla ulaşırlar, ilk akıl bağımsız ve onlardan ayrıdır.
Böylece akıllar, ilk akılla birlikte on tane olur, ibni Rüşd’e göre akıl bağımsız bir cevher değildir.
O, ilk maddeye (heyulâ) bağlı suretleri olmayan bir yetenek (istidat), zat’ın (öz) bir niteliğidir.
Bir güç, bir eylemdir.
Nefis ise hem etkiler, hem de etkilenir (hem fiilî hem infialî’dir).
Nefis, bir yandan dış etkileri alır, bir yandan da onlara akla uygun (makûl) biçimler (suretler) verir.
Her iki durumu, gerektikçe, alabilecek nitelikte ve yapıdadır.
Nefsin iki ana görevi vardır: akla uygun biçimlendirmeler yapmak (makûl suretler), akla uygun biçimlenmeleri almak (makûl suretleri almak).
Nefis, makul suretler yaptığı zaman fail, aldığı zaman münfail durumundadır.
Onun alıcı ve yapıcı iki niteliği vardır.
Nefsin çalışma, eylemde bulunma gücü birleşmeyi (ittisal), iki aklın kaynaşması ise bilgiyi doğurur, işte sonradan kazanılan, sonradan doğan akıl (mükteseb veya müstefad akıl) dedikleri budur.
Etkilenen akıl (münfail akıl) boş bir levha (tabula rasa) gibidir, o yalnız eylemde bulunan aklın (faal aklın) etkisiyle çalışabilir.
Her iki akıl sürekli olarak birbirini gerekli kılar, bir biriyle birleşmek ister.
İbni Rüşd’e göre bütün insan akılları tek kaynaktan, ilk akıldan çıktığı için, öz bakımından birdir, ilk kaynak olan ilk akıl, bütün insan akıllarını kuşatan, özünden fışkırtan genel bir akıl niteliği taşır.
Bu yüzden bütün insanlığın, aklı denebilecek genel bir aklın varlığı düşünülebilir.
Alemde sonsuz ve ölümsüz olan bir «ebedî akıl» vardır.
Bütün insanlığı kapsayan bir «ebedî akıl» olduğuna göre insanlık da ebedîdir, ölümsüzdür.
Akıl mutlak bir varlıktır. Bu yüzden felsefenin de varlığı gereklidir.
Akıl gibi nefis de bütün insanlarda birdir, eştir, nefisler arasında öz bakımından ayrılık, değişiklik yoktur, insan, akıl yoluyla Tanrı’ya ulaşır.
Sonradan kazanılan akıl (mükteseb akıl) insanı esinlenme (ilham) yoluyla anlamaya, onun gizli yanlarını kavramağa çalışır.
Bu çalışma sonucu insanda bilgi bakımından bir yükselme, içten yüceleşme görülür, insan bilgi alanında derinleştikçe yüceleşir, hayatın, evrenin özünü anlama yoluna girer, varlığın özünde saklı sırlara erer.
Bu, insanı ölümsüz yaşayışa (ebedî hayata), biraz daha ilerlemekle Tanrı’ya ulaştırır, insan bu aşamada sonsuzdur, Tanrı ile birleşmiş durumdadır, ölümlü olandan sıyrılmış, ölümsüz olana varmıştır.
Bu durum insan için olgunluk aşamasıdır.
Bu olgunluk cisme değil nefse bağlıdır, insan kendini bildikçe, yavaş yavaş kendisiyle ilgili olanları, çevresini, evreni, özde saklananı bilir.
Bu bilme kendini aşma, özünden kalkarak gerçek kaynağa doğru yükselme, sonsuza, ölümsüze ulaşmadır.
İbni Rüşd’e göre ölümden sonra gövdelerin dirilmesi, ölümden önceki duruma gelmesi(cismânî haşr) bir kuruntudur, iyilik, kötülük (sevap, günah) yalnız içinde yaşadığımız dünyada vardır.
Gövdenin öldükten sonra eski durumuna gelmesi, maddeyi yöneten yasalara, özünü kuran genel ilkelere, yaratılışın kurallarına aykırıdır.
Gövde ölür, onun yerine onunla eş yapıda, eş nitelikte başka, ondan ayrı, yalnız madde olması bakımından ona benzeyen gövdeler doğabilir.
Giden, olduğu gibi bir daha gelmez.
İnsan öldükten sonra, gövdeyle ilgili bütün aşağı varlıklar yok olur gider, yalnız bütün insanlarda ortak olan faal akıl kalır.
Munfail akıl, tek tek insanların aklıdır, ferdî akıldır, o da yok olup gider.
Faal akıl, tek olduğu için ezelîdir, ölümsüzdür, ibni Rüşd’ün maad adını verdiği öbür dünya ile ilgili görüşü, az çok Aristoteles’inkine benzer.
Eserlerinde bu konuda kesin bir açıklama görülmezse de, ölümden sonra bir bütün olarak dirilmeye inanmadığı kolayca anlaşılır.
İbni Rüşd Siyaset Felsefesi
İbni Rüşd’ün felsefesinde en önemli konulardan biri de siyasettir.
Bu konudaki görüşleri yenidir, çağının çok ilerisindedir.
Onun toplum anlayışı, kaynağını Eflatun’un «Devlet» adlı kitabında bulur.
Devleti yaşlılar ve bilge kişiler, filozoflar yönetmelidir.
Halkı yetiştirmek, aydın, bilgili yurttaş yapabilmek için okutmak, eğitmek gereklidir.
Bu konuda şiir, güzel konuşma, belli akıl ölçülerine göre tartışma çok yararlı kültür alanlarıdır.
Bir toplum içinde yaşayan kadınlarla erkekler arasında beden yapısı dışında ayrılık yoktur.
Kadınlar da erkekler gibi bütün davranışlarında, düşünceye, sanata, kültüre, devlet yönetimine dayanan eylemlerinde bağımsız ve görevli olmalıdır.
Onlardan da sanatçı, bilgin, hâkim, öğretmen, yönetici, devlet adamı olmalıdır.
Onların yetişmesi için gerekli kolaylıklar sağlanmalıdır.
Bazı özel durumlar, beden yapısı dışında kadınlar erkeklerden daha aşağı varlıklar değildir.
Akıl, istem (irade), yetenek, başarı bakımından kadınlar da erkeklerle eş durumdadır.
Onlarda da faal akıl ve tanrısal bir nitelik vardır, insan olmak bakımından kadın-erkek ayrılığı yoktur.
Bir toplum içinde erkeklere tanınan bütün medenî haklar kadınlara da tanınmalıdır.
Kadınlar, güzel sanatların birçok alanında erkeklerden daha üstün ve başarılıdır.
İbni Rüşd Toplum Felsefesi
bütün insanlardan kurulu bir bütündür. insanlar ayn ayrı değil, bir toplum içinde, birlikte, el ele ve yan yana yaşama gereğindedir.
Karşılıklı yardımlaşma, barış içinde bulunma, birlikte iş görme, belli alanlarda iş bölümü yapma kaçınılmaz bir zorunluktur.
Bunlar, toplum olarak yaşamak için bırakılmaz, genel geçerliği olan kurallardır, insan yapısı tek başına yaşamaya elverişli değildir.
İbni Rüşd, bu tür görüşleriyle, toplumun varlığını, kuruluşunu bir kıyıya çekilme (uzlet), tek başına kalma (vahdet) ve halktan uzak yaşama (infirat) olarak gören ibni Bacce, ibni Tufeyl gibi filozoflardan, Gazzalî gibi her oluşun özünde imanı değişmez bir ilke olarak alan, her kuruluşu tanrısal bir gücün etkisi altında bulan, aklı bir kıyıya atan mutasavvıflardan ayrılır.
Toplumun kuruluşunu, yapısını, temel kurallarını akılda, aklın ükelerinde arar.
Ona göre toplum bir akıl varlığıdır.
İbni Rüşd’ün etkisi ve izinden gidenler, daha çok Aristoteles felsefesine, Plotinos’un yeni-eflatun’cu görüşlerine bağlı kalanlardır.
Ortaçağ Avrupası’nda Arapça’dan Latince ye tercüme edilen eski yunan ve latin eserleri, onlardan beslenen islâm felsefesine karşı geniş bir ilginin duyulmasına yolaçtı.
Gerek Eflatun’un, gerek Aristoteles’in hıristiyan diniyle bağdaştırılmak istenen görüşleri arap dili aracılığıyla tanındı.
Endülüs kütüphanelerinde bulunan bütün arapça eserler zamanla avrupa dillerine tercüme edilmeye başlandı.
Aristoteles felsefesinin kilise çevrelerinde benimsenmesi, arapça kaynaklara yönelmenin gerekliliğini ortaya koydu.
El-Kindi, Farabî, İbni; Sina ve Aristoteles felsefesinin en büyük yorumcusu olarak bilinen İbni Rüşd’ün yazıları aristoteles’çi çevrelerde birdenbire tutundu, özellikle Albertus Magnus (Aquinolu Aziz Tommaso) üzerinde büyük etkileri oldu.
Daha sonraki yüzyıllarda rönesans filozoflarından Leibnitz, Descartes gibi akılcıların da ibni Rüşd’ün görüşlerinden yararlandığı, düşünceleri arasındaki benzerliklerden anlaşılmaktadır.
İbni Rüşd, uzun zaman Batıda Aristoteles felsefesinin en yetkili yorumcusu olarak bilindi.
ibni Sina ve Farabî’nin tanınmasından sonra, onun Aristoteles’i ayrı bir açıdan ele alarak, daha geniş ve yeni bir anlayışla yorumladığı, yeni birtakım görüşler ortaya attığı anlaşıldı.
ibni Rüşd, Doğuda da felsefe çevrelerini, özellikle meşaî çığırına bağlı kalanları etkisi altında bıraktı.
Gazzalî’nin filozofları yermek amacıyla yazdığı Tehafütü’l-Felâsife’sine (Filozofların Çöküşü) karşı yazdığı Tehâfüt-ütTehâfüt (Çöküşün Çöküşü) adlı eseri yüzyıllar boyunca doğu düşüncesinde imana karşı aklın savunması olarak benimsendi.
XV. yy. sonlarından başlayarak XVI. yy. bitimine kadar ibni Rüşd’ün başta Külliyat’ı olmak üzere bütün eserleri batı dillerine tercüme edildi.
XIX. yy. ortalarından sonra ibni Rüşd’e karşı Batıda yeniden bir ilgi duyulmaya başlandı, eserleri yeniden tercüme edildi.
Görüşleri üstüne incelemeler yapıldı.
Eserleri
Külliyat (Aristoteles’in o zaman bilinen bütün eserlerinin geniş bir yorumu olan bu eser Ortaçağda Colligel adıyla Latinceye tercüme edildi); Tehâfüt-üt-Tehâfüt (Gazzalî’nin Tehafütü’l-Felasife adlı eserine karşı ölçülü bir savunmadır); Kitab-ı Maba-ad-üt-Tabia (Metafizik Üstüne Kitap); Fasl-ül-Makal v’el Keşf an Menahic-ül-Edille (Mantıkta Kanıtların Ortaya Konması ve Açıklanması).