İbni Sina Kimdir,Hayatı | Bilim İnsanları Biyografileri |
İbni Sina Kimdir İsmail Zâhid’den geometri, mantık ve Ptolemaios’un o zaman bilinen eserlerini okudu.
Sarf, nahiv, fıkıh konularında çalıştı, özellikle Eukteides geometrisi üstünde durdu.
Ayrıca tıp, tabiiyat öğrenimi gördü.
Farabî’nin El-ibane adlı eseri aracılığıyla Aristoteles metafiziği ve felsefesini öğrendi.
On yedi yakındayken Buhara prensini çok tehlikeli bir hastalıktan kurtardı.
Buna karşılık Buhara sarayının zengin kütüphanesi ona, açıldı.
Bir ara Samanı devletinin hizmetine girdi.
Samanîlerin düşmesinden ve babasının ölümünden sonra Harizm ve Horasan’ı dolaştı.
Cürcan’da Ebu Muhammed Şirazî, ibni Sina’ya güçlü bir destek oldu.
Sina ünlü Tıp Kanunu kitabını burada yazdı.
Yaşadığı çağda tanınan bütün yunan filozoflarını, ilkçağ düşünürlerini, tabiatçı anadolu filozoflarını inceledi.
İbni Sina, gerek felsefe düzeni, gerek düşünce. ve varlık anlayışı bakımından tam bir ortaçağ filozofudur.
Felsefesinde deneye, akılcılığa dayanan, duyularla kazanılan deney verilerini akıl ilkelerine göre değerlendiren, açıklayan bir görüşü vardır.
Ona göre deney, bilginin işlenmemiş gerçek verilerini sağlayan en güvenilir yoludur, izinden yürüdüğü Farabî’nin akılcılığı ile Ebu Bekir Razî’nin deneyciliğini birleştirir.
İbni Sina İslam Felsefesi
Akıl ilkeleriyle deneyin birbirini tamamlayan iki temel varlık olduğunu ileri sürer.
Bilginin gelişmesinde; akıl, deney ve gözlemin ayrılmaz bir bütün olduğunu savunur, ibni Sina’nın felsefe konularında deneyci, akılcı olması tıp ve tabiat bilimleri alanındaki gözlemlerinin bir sonucudur.
Felsefe konularında Aristoteles’inkine benzer bir tutumu olan ibni Sina, felsefeyi yunan filozofu gibi iki ayrı bölüme ayırır:
1.Nazarî hikmet. Metafizik, tabiat felsefesi, matematiğe dayanan felsefe bu bölüme girer.
Bu alana giren felsefe dallarının ana konusu bilgidir. Bu alanın deneyle, gözlemle, pek ilgisi yoktur.
Burası yalnız düşünme, bilgi üzerinde çalışma alanıdır. Bu dalların eylemle de ilgisi yoktur.
2.Amelî hikmet. Siyaset veya medenî hikmet, ev hikmeti veya iktisat (el-hikmet-ül menziliye), ahlâkî hikmet (el-hikmet-ül hulkiye) gibi üç dala ayrılır. Bunların da konuları, inceleme, araştırma alanları birbirinden ayrıdır.
Daha çok eyleme dayanırlar, ayrıca bilgiye de önem verirler. Hem bilgiyle, hem eylemle yakından ilgilenirler.
Bunların üstünde durduğu bilgi ekseriya deneye, gözleme dayanan, kaynağını onlarda bulan bilgidir.
Bu iki alandaki (nazarî ve amelî hikmet) bilginin kesin geçerlik kazanabilmesi için akıl ilkelerine, mantık kurallarına uyması gereklidir.
İbni Sina’nın bu felsefe sınıflamasında toplumdan bireye doğru bir gidiş görülür.
Felsefe düzeninde içinde din konularına önemli bir yer ayıran ibni Sina, onu bağımsız bir bilgi alanı olarak inceler.
Din ile felsefeyi bağdaştırma, aradaki çelişmeleri giderme eğilimi gösterir. Ona göre din felsefesinin dört ana konusu vardır: a. yaratılış; âhiret; c. peygamberlik; ç. Tanrı bilgisi.
a) ibni Sina’ya göre âlem yaratılmıştır (mahlûk); Tanrı yaratıcıdır (hâlik). Tanrı’nın hâlik (yaratıcı, yoktan varedici), mubdi (var edici, ortaya koyucu), muhdis (meydana getirici, oluşturucu) nitelikleri vardır.
Tanrı karşısında, yaratılmış olan âlem ise mahlûk (yaratılmış), mubde (ortaya konmuş, var edilmiş), muhdes (meydana getirilmiş, oluşturulmuş) diye düşünülebilir.
Ona göre Tanrı ilk neden (illeti ûlâ), zorunlu varlıktır; faili mutlak değildir.
Âlemin yaratılması için, Tanrı’nın daha önceden varlığı gereklidir. Bu bakımdan Tanrı, kadîmdir.
Soyut bir nitelik taşıyan akıllarla gök katlarının özleri meleklerdir; bunlar tanrısal evrenin yüce varlıklarıdır.
Maddî birer biçime bürünen, öz bakımdan açık ve seçik olmayan karmaşık cevherler, içinde bulunduğumuz dünyanın yapısındadır.
Onlar için tanrısal (İlâhî) bir nitelik düşünülemez.
Yaratma, ortaya koyma bir «sudûr» sonucudur.
Bütün varlıklar, tek ve en yüce varlık olan Tanrı’dan çıkmıştır (sudûr etmiştir).
Tanrı bütün varlık türlerinin değişmez, sonsuz, sınırsız özüdür.
Tanrı her zaman en yüce erdem olan iyiyi (yar) ister.
Tanrı’dan ilk çıkan varlık akıldır.
Tanrı, yüce akıl, yalnız tümelleri (külli), ‘genel geçerliği olan değişmez ilkeleri bilir, ayrıntılarla ilgilenmez.
Ancak gök katlarının (felek) özleri, ayrıntıları kavrayacak, algılayacak bir güç ve niteliktedir.
Tanrı temel nitelikleri bakımından tek’tir, önsüz ve sonsuzdur (ezelî, ebedî), eşi, karşıtı (zıt) yoktur, en yüce iyilik ve olgunluktur, her türlü eksiklikten uzaktır.
b)Ahiret (maad), ruhların ilk kaynağa dönüşünden başka bir şey değildir.
Bütün ruhlar geldikleri ilk İlâhî öze dönerler. Bu dönüş olayı ölüm; dönülen yer ise âhiret denen ilk kaynaktır.
Ruh, manevî bir cevherdir, yok olmaz.
Gövdenin ölümünden, dağılıp yok olmasından sonra da varlığını sürdürür, insana kimliğini, gerçek kişiliğini kazandıran, insanı bir değerler varlığı yapan odur.
Ruh, bir eylem, bir davranış olarak gövdenin (bedenin) kemalidir (olgunluğu).
Gövdeye değer, önem kazandıran ruhtur. Ruhun özü, yapısı, niteliği maddeden büsbütün ayrıdır.
Onun öz olarak maddeyle bağlantısı yoktur.
Gövde, ruhun elinde bir araçtır.
Düşünen ruh (nefs-i natıka), âlemin bütün biçimlendirici özleri (form) gibi eylemde bulunan akim (faal akıl) içinde vardır.
Ruhlar, gövdeye (beden) gelmeden önce faal akılda vardı.
Ruhun faal akılla birleşmesi gövdeden ayrılmasıyla başlar. Bedenin ölümü, dağılışı ruhu etkilemez, sarsamaz, onun özüne dokunamaz.
c)Peygamberlik. Tanrı insanları yarattı, onları hür irade ile donattı, iyilik ve kötülüğü seçme kolaylığını, yeteneğini onlarav verdi. Bu yetenek hür iradedir, insanların seçme, ayırt etme yeteneği olan bu hür irade Tanrı yardımının (inayet) bir eseridir.
Tanrı, bizim bütün bağımsız eylemlerimizi bu inayet ile varlık ortamına koyar.
Fakat bu İlâhî inayet aynı zamanda bir gerekliliktir.
Peygamberler de öteki insanlar gibi bu İlâhî inayetlerle donanmışlardır.
Yalnız peygamberlerde, bilginlerde pek bulunmayan, üstün bir seziş gücü (kuvve-i kutsiye) vardır.
Bu kavrayış gücü onların faal akıl ile buluşmalarını sağlar, bu yolla gerçekleri kavrarlar.
Bu yüce güç, anlayış yeteneği, bir vahiy’dir, insanlarda olağanüstü bir seziş, gerçekleri kavrayış gücüdür.
Peygamberlere gelen vahiyler, Tanrı’nın bazı insanlara bağışladığı kuvvei kutsiye denen üstün anlayış ve seziş gücünden başka bir şey değildir.
Bu yüzden peygamberlik, insanlarda üstün bir kavrayış gücüdür.
Bizim, melek adını verdiğimiz varlıklar coşkun birer kuvvei kutsiye, yüce bir kavrayış gücüdürler.
Melekler, tanrısal gerçeklerle her zaman içli dışlıdır, onlar bu yüce gerçekleri (hakikat) bilir ve kavrarlar.
Peygamberlere tanrısal gerçekleri, vahiy adı verilen olayları ulaştıran, bildiren, onlara haber getiren meleklerdir.
Peygamberliğin belli başlı nitelikleri kavrayış gücünün açık ve seçikliği, düşünme gücünün çok ilerlemiş olması, tabiata karşı hükmedici durumda bulunması gibi yeteneklerdir.
Gerek peygamberler, gerek veliler yalnız gövdeye (beden) hükmedebilecek güçtedirler.
Bu etki ve hükmetme gücü birçok insanlarda da vardır. Onlar da başkalarını etkiliyebilirler (veliler).
ç) Tanrı bilgisi. Tanrı kendi özünü bilir.
Bu bilme varlığı gerekli kılar.
Bilmesi var olmayı zorunlu kılan bir Tanrı, kendi özü gibi başka varlıkları da bilir.
Bu bakımdan Tanrı’nın bilgisi, bilmesi, özü (zatı) gereğidir.
Sudur görüşü. Tanrı Tek’tir, ilk Bir’dir, varlığı kendi kendini gerekli kılar (vacibül vücud).
Bir olan Tanrı’dan ilk defa gene bir olan «akıl» çıkmıştır (sudur etmiş).
Bu «akıl»dan başka bir «akıl» çıkmış, sıra ile «felek», «nefis» sürekli olarak birbirinden çıkmıştır (sudûr etmiştir).
Bu sürekli «sudûr» sonucu çokluk (kesret) doğmuştur.
Tanrı’dan (Tek olan’dan) gene bir olanın (aklın), ondan adı geçen öteki varlıkların çıkışı (sûdûr’u) Bir’den çokluk’un (kes-ret’in) doğuşunu sonuçlandırdı.
Böylece «vahdet»ten «kesret» doğdu.
Bu çıkış, Tanrı (vacib’ül vücud), ilk akıl (akl-ı evvel), Faal akıl gibi belli bir sıraya göredir.
Faal akıl bütün varlık türlerinin toplandığı âlemin özü (nefsi) ve gövdesidir (bedeni). Evrenin kaynağıdır. Âlem mümkündür, Tanrı’yı (vacib) gerektirir.
Alem (varlık türlerinin bütünü), mümkün (başka bir varlığın yardımıyla) olduğu için sonsuz değildir, illet (ilk yaratıcı neden olan), mümkün olanların özünde olamaz.
Her nesnenin (cismin) özünde devindirici, kımıldatıcı bir güç (kuvvet) vardır.
Cismin hareketi, özünde saklı olan bu güçten doğar.
Hiç bir nesne kendiliğinden hareket edemez (fail değildir).
Hareket ettirici güç (fail) cismin özündeki «kuvvet»tir.
Bu güç bir «nefis», bir biçimlendirici güç (form), bir «kuvvet»tir. Ona göre içinde bulunduğumuz tabiatta (imkân âleminde) sayısız güçler (kuvvetler) vardır.
Bunlar tabiat kuvvetleri, feleklerin nefisleri, nefsin kuvvetleridir.
Tabiat kuvvetleri, çevremizde duyularımızla kavradığımız, gördüğümüz tabiat olaylarını doğuran güçlerdir.
Feleklerin nefisleri ise daha çok ruhî nitelik taşıyan kuvvetlerdir, ibni Sina, bu güçlerle sudûr görüşünü açıklar.
Nefis kuvvetleri bitki, hayvan ve insan nefisleridir. (Nefis kavramı ibni Sina’da öz, güç, akıl gibi değişik anlamlara gelir.) Ruhların mutluluğa kavuşmasını sağlayan nefislerin arınmasıdır.
İbni Sina İslam Felsefesi
İbni Sina ve Tasavvuf
Tasavvuf konusunda, ibni Sina’nın İskenderiye’n yeni-eflatuncu Plotinos’un etkisi altında kaldığı görülür.
Yeni-eflatun’cu görüşle İslâmî düşünceleri belli bir konuda bağdaştırır.
Tasavvufta önemli olan aşktır.
Aşk, insanı kendi sınırlı varlığından çıkararak sonsuzluğa yükseltir, insan, feyz ile sudûr basamaklarını aşarak gerçek kaynağı olan tek varlığa, Tanrı’ya ulaşır; sudûr denen çıkış yoluyla geldiği bu dünyadan öz kaynağına döner.
Aşk, bütün varlığın özü, temelidir.
Her şeyin kaynağı aşktır, bütün varlıklar ondan doğar, gene onunla (aşkla) birliğe ulaşır.
Aşk, içinde bulunduğumuz dünyada nesnelerin birbirini özlemesiyle (cezbi başlar, sonra basamak basamak yükselir, ruhların birbirine karşı duyduğu derin özlem niteliğim kazanır.
Bu yüksek aşamada ruhlar birbirleriyle içten içe kaynaşır.
Bütün aşklar Tanrı’nın engin, temel sevgisinde erir, birbirine karışır, kaynaşır, bir olur.
Aşk, insan varlığının özünde sürekli bir eylem olarak vardır.
Tasavvuf, bu derin ve insan varlığını özünden kuşatan sevginin dışa vuruşu, belli bir düzen içinde ortaya konuşudur.
Bu yüzden tasavvuf aşk ile başlar.
Bu açıdan bakılınca, ibni Sina’da, aşkın yaratılmış olanın (mahlûk) yaratana (hâlik) karşı özünde duyduğu kavuşma isteği olduğu kolayca anlaşılır.
İbni Sina Metafizik Anlayışı
İbni Sina, metafizik alanında yeni bir görüş getirmez.
Daha çok kendinden önce gelenlerin görüşleriyle kelâmcıların anlayışı arasında bir uzlaştırma yapar.
Aristoteles metafiziğinin verileriyle yeni-eflatuncuların ve kelâmcıların bu konudaki düşüncelerini birleştirir.
Bu üçünün karışımından yeni bir birleşim ortaya koyar.
Ona göre metafiziğin ana konusu vücudu mutlak olan Tanrı ile yüce varlıklardır (mevcudatı ulviye).
Var olan (vücud) ilktir, ilklerin ilkidir (evveli evvelin).
O bir ilk olarak özde de (iç), dışta da (görünüş) vardır.
Varlık kavramı altında toplanan her nesnede, her alanda bulunur. Duyguların (tasavvurlar) varlığı ile nesnelerin (eşya) varlığı eşanlamlıdır.
Var olan vardır, onun yok olacağı düşünülemez, o, hem düşünülür, tasavvur edilir, hem de olduğu gibi onaylanır; varlığı yok olamayacağı açıkça söylenir.
Vücud (var olan) üç türlüdür:
a) mümkün varlık; olaylar âlemi denen, ortaya çıkan, sonra yok olan varlıklar bu alana girer.
b) mümkün ve zorunlu varlık; genel geçerliği olan tümeller (külliler) ve yasalar (kavanin) âlemi, kendiliğinden var olabilen (bizatihi mümkün) ve bir dış illet (neden) dolayısıyla gerekli (vacib) olan varlık (vücud).
Bunlar da akıllar ve gök katlarıdır (felekler).Bunlar için doğmak, ölmek gibi dönüşmeler düşünülemez.
c) kendi özü gereği (bizatihi) vacib olan vücud (Tanrı), ibni Sina’ya göre Varlık’ı ana konu edinen metafizik bir bilim dalı olarak gereklidir.
İnsan düşüncesinin temeli Varlık’tır. Varlık ancak derin düşünmekle (teemmül) ortaya çıkar.
Her varlık öz bakımından sonsuzdur.
Bir nesne ancak kendi dışında bir nesneye bağlı kalmakla (tabi olmak) varolabilir.
İbni Sina Akıl
Akıl konusunda ibni Sina Aristoteles’ten de, Farabî’den de ayrılır. Ona göre akıl beş türlüdür:
a) heyulânî akıl. Bütün insanlarda bilmeyi, anlamayı sağlayan bir yetenek olarak vardır.
b) bilmeleke (veya mümkün) akıl. Bu akıl ancak açık, seçik, zorunlu olanları bilebilir.
c) bilfiil akıl, ikinci aklın daha yüksek bir basamağı olan bilfiil akıl makûlleri, kazanılmış verileri kavrar (idrak eder). Onun kavradığı «makûller» daha sonra nazarî ve kazanılmış bir veri niteliğindedir.
ç) mustefad akıl. Burada akıl ancak kendisinde bulunan, kendisine verilen «makûl»lerin «suret»lerini algılar. Burası aklın en yetkin (kemal) aşamasıdır.
d) kudsı akıl. Akim en yüksek aşaması olan bu. akıl, varlıkların özüne başka bir varlığın yardımını gereksemeden sevgiyle algılar, kavrar.
Kudsî akıl her insanda bulunmaz, ibni Sina’nın tasavvufa geçişini sağlayan son akıl basamağı budur.
ibni Sina’ya göre ayrıntıları duyularla, duyu yetenekleriyle algılarız.
Tümelleri (külliler) kavrayan akılla, dır.
Tümelleri algılayan bu akıllar, faal akla kavrayacağı nesneleri sağlayan bir birikim yeridir (hazine).
Aklın algıladığı ayrıntılar (cüz) vardır, fakat bunları algılayışı varlıkları değil de illetleri yüzündendir. İbni Sina’da iki türlü algılama (idrak) vardır.
Birincisi aklî, İkincisi hassî diyebileceğimiz duyusal algı.
Nefis ile ilgili eylemlerin, işlemlerin algılanması bu duyularla olur.
Akıl, «makûl»leri kazanmak için önce duyulardan yararlanır, sonra akla uygun, tümül yargılar verebilmek için basamak basamak duyulardan uzaklaşır.
Bütün «makûl»ler tümellerdir.
Bu konuda ibni Sina’nın Aristoteles ile Eflatun arasında bir bağlantı kurmaya çalıştığı, her ikisinin görüşlerinden de yararlandığı anlaşılıyor.
Aristoteles’ten deneyciliği, Eflatun’dan «iedalizm»i alarak uzaklaştırmaya, birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymağa çalışıyor.
İslâm felsefesinin genel özellikle* rinden biri de bu uzlaştırma anlayışıdır.
İbni Sina ve Psikoloji
İbni Sina’ya göre psikoloji metafizikle fizik arasında bağlantı kuran, her ikisinden yararlanan bir bilgi alanıdır.
Düşünen nefis, faal akıl yoluyla Tanrı’yâ bağlanır.
Bitkisel ruh da ahlat denen ve bitkinin özünü kuran nesneyle maddeye dayanır.
Bu görüş, psikoloji alanında akılcılıkla deneyciliğin birleştirilmesini gerekli kılar.
Ona göre psikoloji üç ana bölüme ayrılır: a) deneysel psikoloji; b) akıl psikolojisi; c) mistik psikoloji veya tasavvuf.
Deneysel psikolojiye göre canlı varlıkların bütün kımıldanışları, devinmeleri kendi özlerinde saklı güçlerin (kuvvetlerin) gerekli bir sonucudur.
ibni Sina’ya göre «tabiî nefs» özünde yaşama (dirilik) gücü taşıyan cismin en gelişmiş durumudur.
Canlı varlık, bütün devindirici güçleri özünde bir bütün olarak taşır.
Bu «nefis» denen hareket ettirici güç bitkisel, hayvani ve İnsanî olmak üzere üç türlüdür.
Bitkisel nefsin beslenme, büyüme, doğma gibi üç ana niteliği vardır, özünde bitkisel nefsi de barındıran hayvani nefiste hareket ettirici ve algılayıcı iki güç vardır.
Hareket ettirici gücün çekici ve itici (şehvet ve gazap) gibi iki ayrı niteliği bulunur, ibni Sina, bunların ikisine (şehvet ve gazap) «bâise kuvveti» adını veriyor.
Hareket ettirici kuvvetin ikinci niteliği «faile kuvveti» denen sinir ve kasları devindirici güçtür.
Algılamayı sağlayan güç ise, beş duyunun bütünlüğünü sağlayan dış kuvvetlerle, duygu, hayal, tasavvur, bellek (hafıza) gibi iç kuvvetler (yetenekler) olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunların insan beyninde özel birer yeri vardır.
Adı geçen kavrayıcı güçlerin ortaklaşa çalışması sonucu algı olayı ortaya çıkar.
İnsan duyuları «suret» denen algının ilk verilerini toplar.
Bu duyu algıları ortak duygu yoluyla bir bütün olarak kavranır.
Bundan hayal doğar. «Vahime kuvveti» denen güç, bu ilk verileri ayrı ayrı anlam biçimlerine sokar.
Bundan hafıza (bellek) ortaya çıkar.
Tümel anlamların algılandığı yer burasıdır.
Sonra genelleştirme, çağrışım işlemlerini yürüten «tasarruf ettirici kuvvet» göreve başlar, insanda bu adı geçen nefislerin üçü de vardır.
En gelişmiş olan nefis «irsanî nefis»tir.
Onun yapıcı (âmîle) ve bilici (âlime) gibi iki üstün gücü vardır.
İbni Sina ve Mantık Çalışmaları
İbni Sina’ya göre mantık bir araç (âlet) bilimidir.
Mantık, psikolojiden doğar, düşüncenin kurallarını ondan alır.
Mantık’ın ana konusu düşüncenin kurallarını bulmak, bunlar arasında gerekli bağlantıyı kurmak, doğru düşünmenin yollarını göstermek, insanı yanlıştan korumaktır.
Mantık, düşüncenin genel geçerliği olan kurallarını açıklamak için, önce kavramları (et-tasavvurat), sonra da onaylamaları (et-tasdikat) inceler.
Kavramlar arasında gerekli bağlantıyı kurar, ibni Sina, mantığında önce kavramları inceler, onları açık belirleme (el-mantuk bid-delâle) ve kapalı belirleme (el-mefhum bid-delâle) diye ikiye ayırır.
Kavramlar arasındaki kesin bağlantı üzerinde durur.
Sonra, Aristoteles’in yolunda giderek onları on kategoriye (makulât) ayırır.
ilk kategori «cevher», ötekiler ârazdır. ibni Sina mantığının en önemli bölümü tanımdır (tarif).
Tanımın «cins ve fark» gibi iki temel ilkesi vardır.
Kesin, eksiksiz tanım, yakın cins ile öz farkların birleştirilmesi sonucu yapılabilir.
Tanım, gerçek tanım (el-had el-hakîkî) ve sözlü tanım (el-had-el-lafzî) olmak üzere ikiye ayrılır.
Genel geçerliği olan tümeller (külliler) varlık türlerinden önce, Tanrı düşüncesinde vardır.
Onlar, tanrısal kavramlardır.
Tümeller Tanrı düşüncesinde, tek tek varlıkların özünü kuran gerçek yapı niteliğinde ve soyut birer kavram olarak üç türlüdür.
Tümeller varlık türlerinin temel Özleridir.
Her varlık türü görünüş alanına çıkarken, kendinden önce genel geçerliği olan örneğine (tümellere) göre biçim kazanır, ibni Sina’nın bu görüşü eflatun’cu bir nitelik taşır.
Bilgi’nin ana kaynağı sezgidir. Gerçek bilginin, bazı kesin ve genel geçerliği olan ilkelere dayanması gerekir.
Sezgiyle edinilen veriler «el-istintaç» denen sonuçlama yoluyla bilgi niteliğini kazanır.
Her türlü bilgi aklın kurallarına uygun birtakım biçimlendirmeler sonucu ortaya çıkar.
İbni Sina, bilgi konusunda eflatun’cu görüşe bağlanır (idealist).
Fakat deneyin, bilginin doğuşundaki etkisini de unutmaz.
Duyularla elde edilen deney verileri çevremizi, tabiatı tanımamıza yarayan bilgilerin ilk ve hammaddeleridir, onlar sonradan işlenir, anlayış gücünün genel geçerlik taşıyan ilkelerine göre belli bir düzene girer.
Mantık kurallarına göre bilginin kesinliğinim sağlayan ölçülere vurulur.
Fakat, deney verileri aklın kuralları dışında, tümellerden bağımsız birer varlık niteliği taşımaz.
Atomcuların ileri sürdüğü gibi kesin bir boşluk yoktur. Mekân denen varlık, bir cismin kapladığı yerin iç yüzüdür.
Her cismin değişmeyen, her zaman sınır ve niteliklerini koruyan bir yeri (mahalli) vardır.
Devinme (hareket) bir cismin, cisim niteliği taşıyan bir gücün eyleme geçmesidir (kuvveden fiile çıkma).
Bilimlerin Sınıflandırılması
Bilimler madde ile biçim bağlantısı (madde ve form) bakımından üçe ayrılır
1.tabiat bilimleri veya aşağı bilimler (el-ilm-ül-esfel).
Bunlar maddesinden ayrılmamış olan biçimlerin (form-şekil) bilimleridir;
İbni Sina Metafizik Anlayışı
2. maddesinden ayrılan formların bilimleri.
Metafizik (mabad -üt-tabia), mantık veya yüksek bilimler (el-ilm-ü-âli); S. maddesinden ancak insan düşüncesinde (zihin) ayrılan, bazen maddesiyle birlikte, bazen ondan ayrı olan biçimlerin (formlar) bilimi.
Matematik veya orta bilimler (el-ilm-ül-evsat).
Bu üçüncü bilim yüksek ve aşağı bilimler arasında bir geçit, bir köprü görevini görür, ikisini belli bir konuda birbirine bağlar, özellikle matematik, mantıkla metafizik arasında bağlantı kurar.
İbni Sina matematikten mantık yoluyla metafiziğe geçer.
İbni Sina, kendinden sonra gelen birçok doğu ve batı filozoflarını etkiledi.
Rönesans filozoflarının sonradan ele alacakları birçok konuyu çağının düşünce gücü ölçüsünde ortaya koydu, inceledi.
Deneycilikle akılcılık, matematikle mantık arasında gerekli bir bağın bulunduğunu ortaya koydu
Çalışmalarında musiki konusuna da yer veren. ibni Sina bu alandaki eserlerinde Farabî’den etkilendi.
Kitab-üş-Şifâ’sının riyazi ilimler kısmının XII. bölümü musikiye ayrılmış ve bu büyük bahis baron d’Erlanger tarafından La Musique Arabe (Arap Musikisi) külliyatının II. cildi halinde fransızca tercüme olarak yayınlandı.
Ayrıca Kitâb-ün-Necât (Kurtuluş Kitabı) ve Farsça yazdığı Dânişname’de de musiki bahisleri vardır (ilki Almanca’ya tercüme edilmiştir. Berlin, 1931).