İslam Felsefesi | Kaynağı,Konuları | Felsefe Bilgileri |
İslam Felsefesi,İslam Felsefesi,Genellikle kavramcı nitelik taşıyan ve deneyden çok düşünceye dayanan islâm felsefesi, duyu verileri yerine akıl ilkelerine, mantık kurallarına dayanır; içinde yaşanan âlem yerine ölümden sonraki dünya ile ilgilenir.
İslam Felsefesinin Özellikleri
İşlediği konuları Kur’an’dan, hadislerden, İslâm dininin ortaya koyduğu düşünce varlıklarından seçer.
Gerçek amacı felsefeyle, özellikle Eflatun ve Aristoteles felsefesiyle din ilkelerini uzlaştırmak, dinle felsefe arasında içten bir bağlantı kurmak, din konularını felsefe görüşleriyle bağdaştırmaktır.
İslam Felsefesinin Kaynağı ve Özellikleri
İslâm felsefesi her şeyden önce bir inanç çığırıdır, ilkçağ düşünce ürünleriyle kutsal kitaplarının ileri sürdüğü görüşlerin kaynaşması sonucu ortaya çıktı.
Birleştirici, imanla akıl arasındaki ayrılığı dinin çıkarma giderici bir niteliği vardır.
Ana kaynağını imanda, imanla ilgili insan davranışlarında, düşünce eylemlerinde bulan bu felsefe, ortaçağ ümmet anlayışının belli ölçüler içinde düzene konmuş biçimidir, insanı konu edinmesine karşılık, insanın maddî yanından sıyrılmış, ruhu gerçek varlık olarak değerlendiren bir tutumu vardır.
İslam Felsefesi Konuları
İslâm felsefesinin konuları, en yüce varlık olan Tanrı’dan başlayarak sıra ile insan davranışlarına kadar inen bir dizi içinde yer alır. Varlık türlerinin en yüksek noktasında Tanrı bulunur.
Tanrı, özü bakımından bütün olarak bilinemez; «zat»ı aklın, bilgi gücünün, anlayış yeteğenini sınırlarını aşar Tanrı’nın «zat»ı değil, ancak nitelikleri (bir sudûr» sonucu içinde bulunduğumuz âlemde
«zuhûr»a gelen, görünen, dışa vurmuş davranışları) inceleme ve düşünme konusu olabilir.
Tanrı «kadim»dir, bütün varlık türlerinden öncedir, başlangıcı, sonu yoktur, en olgun, en yetkin (kâmil) varlıktır.
Yaratıcıdır (hâlik); ilksiz ve sonsuzdur (ebedî ve ezelî).
Her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeyi duyar (âlim, basir, semi). O’nun bu nitelikleri (İlâhî sıfatları) ancak düşünülebilir, bir bütün olarak kesinlikle açıklanamaz.
Alem, Tanrı’nın eseridir, yaratılmıştır (mahlûk).
Başlangıcı vardır, er geç yok olacaktır.
Tanrı’nın sonsuz bir «zuhûr» alanıdır.
Alemin mükemmelliği Tanrı’nın yüceliğini, yaratıcı gücünün enginliğini gösterir.
Tanrı «kadim» olduğundan yaratılan (mahlûk) âlem «hadis»tir, sonradan varolmuştur.
Tanrı’nın ilâhî iradesi gereği yaratış (halk) eylemi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Tanrı’nın varlığı, yaratmayı dolayısıyla alemi gerekli kılar.
Alemin yaratılışı konusunda, İslâm felsefesi üç ayrı görüş ileri sürer.
1. yaratma eylemi bir defa olmuş, bütün oluşlar, olaylar, sonradan ortaya çıkan sayısız eylemlerin, âlemde birer sonradan ortaya çıkıştır (zuhur).
Tanrı her olayı yeniden yaratm.
2. alem, sürekli bir yaratılma eylemi içindedir, her oluş, sonradan ortaya çıkan her olay yeniden ve Tanrı tarafından yaratılmaktadır.
Yaratma olayı bir defalık değil süreklidir.
3. âlem kadimdir, yaratılmamıştır, Tanrı ile eş zamanlıdır.
Tanrı ile bir oluş akımı içindedir.
Kendi yasaları, özel kuralları vardır.
Her olay kendi özü gereği bağımsız bir kurala göre ortaya çıkar.
Ruh
Ruh, insandan önce yaratıldı, gövdeye (bedene) sonradan girdi.
Ruh, gövdede bağımsız bir cevherdir, insanla ölmez, ölüm, ruhun gövdeden ayrılması, geldiği ilâhi kaynağa dönmesidir, insan ruhun özünü bilemez, yalnız dışa vuran eylemlerini düşünür, belli ölçüler içinde yorumlar.
Beden ölümlü, ruh ölümsüzdür, insanüstü bir ülkede bağımsız olarak yaşar, yalnız Tanrı’nın sonsuz ve sınırsız iradesine bağlıdır.
Maddeyle en küçük bir ilgisi yoktur.
Bilmeyi, düşünmeyi, canlılığı, insan olarak eylemde bulunmayı sağlayan ruhtur.
Beden
İnsan, iki özden yaratıldı.
Biri bağımsız, gövdeye göre kadim bir cevher olan ruh, İkincisi, ruhtan sonra yaratılmış, gelip geçici, yok olucu (fâni) olan bedendir.
Bedenin duyular denen değişik nitelikte yetenekleri vardır.
Duyular, ancak ruhun yardımıyla iş görebilir.
Bedene canlılık (hay) kazandıran ruh, duyuların da çalışmasını, algı gücünün gelişmesini sağlar, insanda, Tanrı’nın bağışladığı bir iradei cüziye vardır. Bu irade insanın tanrısal yanıdır.
Tanrı «iradei külliye»dir.
Onun iradesi bütün âlemi, bütün varlık türlerini kuşatır.
Tanrı, âlemin her yerindedir, insan ise belli bir yerde, sınırlı bir alan içindedir.
Tanrı, zaman ve mekânla sınırlı değildir, insan sınırlıdır.
Ancak ruh, ölümle bu sınırlı varlıktan ayrılır.
Akıl ve İrade
Akıl, irade gibi nitelikler, insanda birer ilâhî bağıştır, tanrısal varlıktır.
İnsan aklının üç ayrı başarısı vardır:
1. inanmak
2. bilmek
3. düşünmek
İnsan, taşıdığı bu güçler yüzünden iman eden, iman etmeyi bilen bir varlıktır.
İnsan «hür irade»nin taşıyıcısı olduğu için davranışlarından, eylemlerinden dolayı Tanrı karşısında sorumludur.
Tanrı, insanı yarattıktan sonra bütün eylem ve davranışlarında bağımsız bırakmıştır.
Eylem ve davranış bağımsız bir «irade»nin yönetimi altında ortaya çıktığı için gerçek «fail» olan insanda sorumluluk vardır. Bu yüzden insan.
Tanrı katında «yaptıklarının hesabını vermek» zorundadır.
İslâm felsefesinde birçok filozof bu konuda ikiye ayrılır.
Birincilere göre, her «fiilin mutlak faili Tanrı olduğundan», her «oluş» yaradılış günü (yevmi ezel) Tanrı tarafından takdir edildiğinden, insan yaptığından sorumlu değildir.
Çünkü «her şey Tanrı’dan gelir», insanın «irade»si kendi elinde değildir, insan «bağımsız» bir varlık olmadığı için, sorumluluğu da yoktur İkincilere göre, insan bütün davranış ve eylemlerinde «bağımsız»dır, Tanrı her şeyi bildiği için, «bağımsız» bir «irade»si olan insanın ne yapacağını da önceden bilir. «Takdir» apılacak olanların «önceden» büinmesi yüzündendir.
Tanrı «takdir ettiği için insan eylemde bulunmaz», insan ne gibi ve nasıl eylemde bulunup davranacağı «önceden» Tanrı tarafından bilindiği için «takdir» edilmiştir. «Takdir» yapılacak olanın sınırlandırılması değil, bilinmesi sonucudur.
Bu bakımdan insan bütün davranışlarından sorumludur
İslam Felsefesinde Ahiret
Bu dünya geçicidir (fâni).
Ruh, geldiği yere dönecektir, onun için sonsuz bir hayat âlemi vardır.
Her insanın, dünyadaki davranışlarına göre öbür dünyada bir göreceği vardır, iyi (hayır) işleyenler mutluluk (mükâfat), kötülük (şer) yapanlar ceza (mücazat) göreceklerdir.
Tanrı âdil olduğu için, her işin, her eylemin karşılığını verecektir.
insan, hür iradesi ile «hayr» ve «şer»den birini seçme gereğindedir.
İnsan için bu «fâni» âlemin ötesinde «beka» ülkesi vardır, insan taşıdığı ruhla beka ülkesine, bedeniyle de fena âlemi olan dünyaya bağlıdır.
Bu iki varlık arasında kalan insanın aklı ile her davranışını geleceği göz önünde tutarak gerçekleştirmesi gerekir.
İslam Felsefesinde Bilgi
İnsan bilgisinin, İslâm felsefesine göre iki ana kaynağı vardır: akıl ve duyular (deney).
Bu iki kaynak İslâm felsefesi adı altında toplanan çeşitli çığırların doğmasına yolaçtı.
Bir kısım filozoflar aklın esasını, özünü, genel ilkelerini gene insan aklında aradılar.
Bir kısmı ise aklın bilgi kaynağı olamayacağını, ancak deneyle, duyular yoluyla gelen bilgileri, kendi kurallarına göre (aklın kurallarına) düzene koyabileceğini, bilginin gerçek kaynağının deney olduğunu ileri sürdüler.
Maddenin dışında bir bilginin olmadığı görüşünü savundular.
Üçüncü bir çığıra bağlananlar da maddenin dışında bir gerçeğin bulunmadığını, varlık kavramı altında toplanan her şeyin maddî olduğunu ortaya attılar.
Her üç çığır da İslâm felsefesinin gelişmesinde etkili oldu.
Aldığı Etkiler
Çeşitli görüşlerin kaynaşmasından doğan İslâm felsefesi, bir din kültürünün ürünü olarak alınırsa da, gerçekte din dışı kalmış, bazen dinle çatışmayı, onun ilkelerini, görüşlerini reddetmeyi bile göze alan çığırların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bu yüzden, İslâm felsefesi adı altında onunla bağdaşmayan felsefe okullarının toplandığı da bir gerçektir.
Başlangıçta dinden doğan, sonra yararlandığı kaynakların derin etkisi altında kalarak dinden ayrılan; onun ileri sürdüğü görüşleri birtakım deney verilerine, akıl ilkelerine dayanarak çürütmeye çalışan yaygın felsefe çığırları vardır.
Bunların, islâm felsefesi adı altında toplanması, ortaya atılan düşünce ürünlerinin islâm dininin görüşlerine uygun gelmesinden değil, islâm ülkelerinde doğup gelişmesinden dolayıdır.
Bu bakımdan, islâm felsefesi içinde İslâmlıkla ilgisi olmayan, ondan ayrı bir yol tutan felsefe akımlarının sayısı İslâmî olanlardan çoktur denebilir.
Bunlar arasında meşşailer (Eflatun ve Aristoteles’e bağlanan akılcılar, kelâmcılar); maddiyun veya dehriyun (eski Anadolu’nun tabiatçı ve atomcu filozoflarına dayanan, onların yolunda giden; dünyanın, maddenin gerçek olduğunu, varlık kavramı altında toplanan her şeyin onlarda doğduğunu, âlemin yaratılmadığını ileri süren, maddenin dışında kalan her şeyi reddeden maddeci ve deneyciler); bütün gerçeklerin ancak sezgi yoluyla elde edilebileceğini, sezginin aklı, deneyi, duyu verilerini her zaman aştığını ileri süren işrakıyun (bunlar daha çok Yeni Eflatun’culuk, mazdeizm ve Eflatun’un o zamanlar bilinen eserlerinin derin etkisi altında kalan, felsefeyle tasavvuf arasında orta yolu tutan filozoflar) yer alır.
Aşkı, ilâhî sevgiyi her şeyin üstünde gören, gerçeğe ancak aşk ile ulaşılabileceğini ileri süren, bu alanda sayısız eser veren, bütün islâm ülkelerinde yaygın bir nitelik kazanan tasavvuf islâm felsefesi içinde önemli bir yer tutar.
Bazı konularda birbiriyle birleşen, bazı konularda ayrılan bu değişik tutumlu akımların ortaya attığı belli ilkeler vardır.
Bunlar, aşk, akıl, iman, sezgi ve ruh-madde’dir.
Bütün İslâm Ortaçağını dolduran düşünce çatışmalarının, tartışmaların ana kaynağı bu beş kavramdır.
Başlangıçta değişik mezhepler halinde ortaya çıkan, zamanla birer felsefe akımı niteliğini kazanan, Kur’an, hadis, fıkıh, kelâm, tefsir gibi din bilimlerine dayanan düşünce akımları, ilk düzenli ürünlerini IX. yy.dan sonra vermeye başladı.
X, XI, XII ve XIII. yy.da en olgun çağını yaşayan İslâm felsefesi, XIV. yy.da ibni Haldun ile doruğuna ulaştı ve kapandı.
İslâm felsefesinin başlıca filozofları El Kindi, Farabî, İbni Sina, Ebül Huzeyl, Gazzalî, ibni Bacce, ibni Rüşd, ibni Me’mun, Sühreverdi, ibni Tufeyl, Ebül Bereket, ibni Haldun ve onların ardından gidenlerdir.
Kaynakları
Değişik görüşler ileri süren, zamanla ayrı ayrı çığırların doğmasına yolaçan bu filozofların geliştirdiği İslâm felsefesinin beslendiği kaynaklar da oldukça değişiktir.
İslâm filozofları ilkçağ felsefesini önce tek elden, M.S. III. yy.da İskenderiye’de doğan, sonra batıya göçen yeni eflatun’cu Plotinos’un eserlerinden öğrendiler.
Eflatun ve Aristoteles felsefesini hıristiyan diniyle uzlaştırmaya çalışan Plotinos’un felsefesinde temel ilke Tanrı, ruh, âlem gibi birbiriyle bağdaştırılmak isteyen üç ayrı varlıktır.
İslâm filozofları Plotinos aracılığıyla eski anadolu, yunan ve latin felsefesini tanıdılar.
Sonra o zamanlar bilinen bütün batı ilkçağ filozoflarını kendi dillerinde (Yunanca ve Latincede) okumak için o dilleri öğrendiler.
İslâm felsefesinin ilk düzenli eser veren kaynağı eski anadolu ve yunan filozoflarıdır, ikinci büyük kaynak eski Hint, İran, Mezopotamya ve Mısır’dır.
İran ve Hint’ten dinle karışık felsefî görüşler, Mezopotamya’dan astronomi, bir bakıma riyaziye, Mısır’dan zamanın tıpla ilgili kültür ürünleri, yeni gelişmekte olan İslâm düşüncesine kaynak oldu.
Eski İbranî dininin Tevrat, Zebur gibi eserleri, Hıristiyanlığın yeni bir yorumla düzenlediği Incil’i, zamanla yeni gelişmekte olan felsefî düşünceleri dolaylı olarak etkiledi.
Bunun sonucu olarak ortaya çıkan dinle karışık felsefe görüşleri eski arap inançlarıyla karıştı.
Büyük İskender’in açtığı Hindistan yoluyla doğu ve batı düşüncelerinden yeni bir ortamda kaynaşmasını sağladı.
Böylece ne batılı, ne de doğulu denebilen yeni bir düşünce şekli doğdu.
Bu karmaşıklıktan doğan kültür ürünleri Akdeniz kıyılarında gelişen düşünceyi içten içe etkisi altında bıraktı, onu besledi.
Akdeniz’in doğusunda gelişen her düşünce çığırını besleyen bu kültür karmaşığı anadolu ve yunan-latin felsefesiyle birleşerek İslâm düşüncesine ayrı bir kaynak oldu.
Biri dinî, öteki felsefî ve bilimsel olan bu iki kaynağın yapısı, nitelikleri, düşünce ve inanç örgüsü de birbirinden ayrıydı, özellikle Hint’ten gelen Brahma, Buddha dinleri Rigveda, Kelile ve Dinine gibi dinî, ahlâkî eserlerin etkisi, İran’dan gelen Zerdüşt, Mazdejzm dinleri ile Zend – Avesta adlı yarı dinî yarı ahlâkî eserin havası değişik yorumların süzgecinden geçtikten sonra islâm düşüncesi karıştı.
Daha X. yy.da birçok yunanca, hintçe, farsça eserin arapçaya tercüme edildiği, öğrenim görenler tarafından büyük bir ilgiyle okunduğu bilinmektedir.
İslâm felsefesinin kaynakları biri gelenek ve göreneklerle, halk alışkanlıklarıyle çağların içinden akıp gelen, değişik biçimler içinde dine karışan inançlar, öteki doğrudan doğruya yazılı felsefe ve bilim eserleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Bu kaynakların taşıdığı görüşler de birbirinden ayrıdır.
Yaratılış, âlem ve ahret düşünceleri, tek tanrı anlayışı, insan ruhunun ölmezliği, iyi ve kötü görüşü eski dinlerden gelen, bazen yeni eflatun’cu felsefe çığırınca yeniden ele alınarak işlenen, felsefî bir nitelik kazanan yaygın konulardır.
Bunlar tarihi boyunca islâm felsefesi tarafından benimsendi, filozofun, düşünürün tutumuna göre ayrı ayrı görüşlerin ışığı altında yorumlandı.
Kendinden önce gelen kültür, sanat ve düşünce varlıklarından etkilenen, onların ürünleriyle beslenen islâm felsefesi, çağlar boyunca kendinden sonra gelen batı felsefesini etkisi altında bıraktı, bazı konularda ona kaynak oldu.
Özellikle eski yunan ve latin filozoflarının tanınmasında, eski anadolu düşüncesinin öğrenilmesinde geniş ölçüde yardımcı ve yararlı oldu.
Hıristiyan ortaçağ felsefesinin birçok alanda başvurduğu, beslendiği temel kaynak islâm felsefesinin ürünleridir.
önce Arapçaya, sonra Arapçadan latin ve yunan dillerine tercüme edilen ilkçağ felsefe eserleri, Ortaçağ Avrupası’nda yeniden ele alındı.
Aristoteles ve hocası Eflatun’un bilinen bazı eserleri islâm felsefesi aracılığıyla tanındı.
Ortaçağ avrupa düşüncesine Aristoteles yorumculuğunu getiren başlıca kaynaklardan biri islâm felsefesidir.
İslâm felsefesinin yanı sıra, ilkçağ bilginleri, matematikçileri, hekimleri, bazı astronomları da arap düşüncesince biliniyordu.
Ele geçen yazıları Arapçaya tercüme edilmiş, medreselerde öğrenim konusu olarak ele alınmıştı.
Bunlar sonradan avrupa dillerine tercüme edildi, yeni bir yorum süzgecinden geçirildi.
özellikle Bağdat’tan Endülüs’e kadar yayılan akılcı meşşâ okulu Ortaçağdan sonra gelişen rönesans filozofları üstünde de etkisini gösterdi.
İslâm maddeci filozofları avrupa düşüncesiyle ilkçağ atomcuları arasındaki bağlantıyı kuran ilk köprüdür.
Aklı düşüncenin temel ilkesi olarak aristoteles’çi Batı Ortaçağının birçok filozofu imanı akıldan üstün tutan, felsefe konularını iman açısından ele aldılar.
Gazzalî, El Kindî, Farabî, ibni Sina, ibni Rüşd, İbni Tufeyl, İbni Haldun bazı konularda batı düşüncesi üstünde etkili oldular.