Hakkında Bilgi

Hakkında Bilgi,Ansiklopedik Bilgi

TarihKültür-Sanat

İslam Mimarisi | Tarihi,Camiler,Özellikleri | Tarih Bilgileri |

İslam Mimarisi,Namaz, kıbleye yönelmeye imkân vererek bir mihraba, namaz kılanları iklim şartlarından koruyacak bir çatı altına ve müezzinin müminleri çağıracağı yüksekçe bir yere ihtiyaç gösteriyordu.

İslam Mimarisi Tarihi

İslam Mimarisi,Tarihi,Camiler,Özellikleri
İslam Mimarisi,Tarihi,Camiler,Özellikleri

Sonradan bu ilk elemanlara medrese, hamam, konut gibi kısımlar eklenerek camiler bir çeşit kültür merkezi haline geldi.

Cami planının hareket noktası, Kâbe’nin etrafındaki dikdörtgen avludur.

Bu sade ve düzgün planın Kıble duvarına yakın kısmı,sütunlara dayanan bir çatıyla örtülerek ilk klasik cami tipi meydana geldi.

Bunun geliştirilmesiyle birçok tip ortaya çıktı.

İslam Mimarisinde Cami

İslâm ülkelerinde yapılmış camiler şu tiplere ayrılabilir:

1. Dikdörtgen bir avlunun içinde, herhangi bir duvar yönünden ayrılmış revaklı bir kısmı olan camiler ilk uygulanan tiplerdendir.

Revaklı kısım. Küfe camiinde olduğu gibi dar cephedeki duvardan veya Cami-i Ubeyye’de olduğu gibi geniş cepheden ayrılmış olabilir.

Ortada şadırvan vardır.

Şadırvan bazen ibni Tulun camimdeki gibi bir mescit görünüşü de alabilir, Bu camilerin, sonradan yapılan eklemelerle birlikte kapladığı alan çok geniştir.

Bir,üç veya dört köşesinde birer minare bulunabilir;

2. Küçük bir dikdörtgen planın, dar veya geniş cephelerinden birine bir çıkıntı eklenmesiyle bir türbe-cami veya medrese-türbe-cami tipi ortaya çıkmıştır.

Bu tip, birinciden çok küçüktür.

Binanın büyük kısmı kubbe ve çatı ile örtülmüştür.

Caminin ayrı bir avlu kısmı yoktur.

Bu tipin ilk örneğine El Cuyuşî camiinde rastlanır. Sonradan Mısır ve İran’da pek çok çeşidi yapılmıştır;

3. Bir başka tip de, birbirine eklenen çeşitli dikdörtgen kısımlardan ibaret çok büyük ve üstü kapalı camilerdir. Bu tipte, planın düzgünlüğü kaybolmuştur.

Eklenen kısımlar, üstü kapalı namazgâhlar halinde olduğundan caminin içi büyük bir sütun ormanına dönmüştür, ilk büyük örneği Kurtuba camiidir.

Sonradan Kuzey Afrika’da ve merkezi eyvanlı avlularıyla İran’da da böyle camiler yapıldı.

Isfahan Cami-i Kebir’i bu tiptendir;

4. Dikdörtgen planın dört cephesinde de birçok neften ibaret revakların yapılması ve ortada geniş bir açık avlu bırakılmasından oluşan camii kebir tipi.

Bunlarda, avlunun dört yanındaki örtülü kısımların ortalarına gelen büyük birer eyvan bulunur.

Kıble eyvanının arkasında bir kubbe vardır.

Bazı camilerde orta avlu küçüktür.

Bunun en iyi örnekleri İran’daki cami-i kebirler ve Buhara’daki Kalyan camiidir;

5. Kıblesi geniş cephelerden birinin ortasına gelmek üzere, ortada üç büyük beyzî ve ] bunların iki yanında sayıları değişen daha küçük neflerden meydana gelen bir cami tipi daha vardır.

Nefler arasındaki kesik tonozlar kare kesitli direklere oturur.

Bu tipin ilk örnekleri İran’da, sonra Halep ve Anadolu’da görülür.

Konya’daki iplikçi camiinde olduğu gibi, esas binaya bitişik türbe veya medrese gibi ek binalar da olabilir;

6. Aynı tipin bir başka türü, sütunlara oturan 12 veya 16 küçük kubbe ile örtülü, dikdörtgen planlı camilerdir.

Bunların taç kapıları ile asıl bina arasında bazen avlu görevi gören bir açıklık bulunur.

Anadolu’da, her şehirde Selçuk devrine ait böyle bir «ulucami» vardır;

7. Büyük bir dikdörtgenin içine girmiş ve dışarı doğru bir çıkıntı yapan ikinci bir dikdörtgenden ibaret cami tiplerine İran’da, Suriye’de ve Anadolu’da rastlanır.

En iyi örnekleri Bursa ve İznik’teki Yeşil camilerdir.

Bu tip camilerin biri büyük, öbürü küçük iki kubbeleri vardır;

8. Yakın devirlerde osmanlı sanatında yaygın olan bir tip de, üzeri kubbe ile örtülü kare planlı camilerdir.

Bu, daha çok küçük binalarda uygulanmıştır.

Kare plandan kubbenin kasnağına, tromp veya pandantiflerle değil, doğrudan geçilir.

Bazen bu karenin iki yanına üçer kubbeli birer kısım eklenmiştir.

Her binanın giriş cephesinde bir arkadlar dizisi bulunur.

Firuzağa ve Mahmutpaşa camileri bu tipin en iyi örnekleridir;

9. Selâtin camileri denen tipte bina planı, biri, üzerinde büyük kubbenin yüksekliği harem kısmı, diğeri üzerinde şadırvan bulunan avlu kısmı olmak üzere, aynı büyüklükte iki kareden oluşur.

Bu camilerde bazen mihrap eksenine göre kubbenin iki yanında iki yarım kubbe, bazen de kubbenin dört yanında dört yarım kubbe bulunur.

İki ile altı tane arasında mimarîsi bulunan bu cami tipi, tamamıyla osmanlı eseridir.

En iyi örnekleri İstanbul ve Edirne’dedir;

10. Bir başka cami tipi, planını dikdörtgen veya karenin meydana getirdiği, ama kiliselerdeki gibi iç boşluğu dik olarak kesen bir transeptin olmadığı camilerdir.

Bunlarda bazen dörtgenin uzun kenarı Kıble’ye çevrilmiş olabilir.

İslam Mimarisinin Özellikleri

İslâm mimarîsinin en önemli yapıları olan camilerin planlarında görülen bu çeşitlilik, diğer mekân elemanlarında ortaya çıkar.

İlk camilerde kapalı hacimler açık hacimlere göre daha az yer tutar.

Kapalı kısımlar, hurma ağacından veya taştan sütunlar üzerinde, kemer veya kirişe oturtulmuş çatılarla örtülüdür. Dört cephesi de sütun yüksekliğindeki tek katlı duvarlarla çevrilidir.

İslam Mimarisinde Geometri

Taç kapılar daha iyice belirginleşmemiştir.

Bazılarında, duvarlarda kullanılan barbatalar, camiye kale görünüşü verir.

Bağdat, Mısır veya Kuzey Afrika’da böyle camilere çok rastlanır.

Kare plan üzerine yapılmış kubbeli camilerde, kareden kubbe kasnağına geçişte tromp veya pandantifler kullanılmıştır.

Bu geçiş, dışarıdan tezyin edilecek geniş yüzeyler bıraktığı gibi, içeriden de gerek tromp gerekse stalaktit şeklinde caminin tabiî dekorasyonunu meydana getirmektedir.

Bu inşaatın esas maddesi olan tuğladan taşa geçilince, mimarî unsurlar dekor halini almış, bazen de aşırı derecede ince süslere gidilmiştir.

Bu tip camilere İran, Türkistan ve Mısır’da rastlanır.

Bunun sekizgen plan üzerindeki tek değişik örneği Kubbet-üs-Sahra’dır.

Takı Kisra sarayının cephesinden ilham alınarak yapılmış camilerde, taç kapıya birinci derecede önem verilmiştir.

Caminin mihrap ekseni üzerinde bulunan taç kapı bütün dikkatleri üzerine çeker.

Bu bazen iki cephede de tekrar edilir.

Böyle camilerde cephe, İran saraylarındaki gibi bölünmüş, iki veya üç kata ayrılmıştır.

Katlarda, pencerelerden bir kısmı açık bırakılarak bir kısmı örülmüştür.

Bu yüksek cephe üzerinde, gerek taç kapılarda gerekse pencerelerin tezyininde motiflerin tekrarından kaçınılmış, büyük bir çeşitlilik aranmıştır.

Bu tip camilerde büyük iç mekân ve merkezî kubbe düşüncesi, henüz meydana çıkmamıştır.

Caminin kapladığı alan çok geniş olduğundan büyük merkezî kubbe uygulaması mümkün değildir.

Bu yüzden ahşap çatı veya eyvan üzerinde küçük kubbeler kullanılmıştır.

İran camilerinde çok görülen bu tip, Mısır’da Sultan hasan medrese camiinde ve Selçuk’taki Isabey camiinde de uygulanmıştır.

İç boşluğu genişletmek için çeşitli nefleri kaldırarak bütün iç mekânı, merkezî büyük bir kubbe altında toplamak düşüncesi, selâtin cami tipini doğurmuştur.

Bu cami tipi; şekil bakımından Ayasofya kilisesinden ilhamlı gibi görünürse de, bu problem Pantheon’dan sonra merkezî kubbe yapımına çalışan bütün mimarîlerde ortaktır.

Osmanlı mimarîsinde kubbenin yükseliş tarzı, Bizans’tan çok farklıdır.

Bu camilerde merkezî büyük kubbe, açıktan açığa dört filayağı üzerine oturtulmuş, bu suretle iç hacim, kare planın her iki ekseni yönünde büyütülmüştür.

Ayrıca bina dışarıdan, yukarıdan aşağı yayılan kubbelerle piramitik bir görünüm kazanmıştır, ilk camilerde kubbe ve minare yoktu.

Minare ilk olarak suriye ve mısır camilerinde görüldü ve çeşitli islâm ülkelerinde değişik biçimler aldı.

Kare plan üzerine yükselen, prizma şeklinde basit minarelere Suriye’de başlanmış, Kuzey Afrika ve Endülüs’te çok rağbet edilmiştir.

Daha değişmiş biçimlerinde kare kısmın üzerine yine kare planlı küçük bir kısım yerleştirilmiştir.

Sümer zigguratı gibi sarmal olarak ve incelerek yükselen konik minareler ise, Irak’ta başlamış ve kare planlı tiple karışık olarak Mısır’da uygulanmıştır.

Daire plan üzerine kesik koni şeklinde yükselen ve oldukça geniş bir tabanı olan minarelere daha çok İran’da rastlanmaktadır.

Bu minarelerin dış yüzleri bazen düz, bazen yivli, bazen de açık mesnetlerle süslü olarak yapılmıştır.

Tabanda kare, orta kısmında sekizgen, üst kısmında da daire planlı olan ve üzeri çok süslü bir minare şekli de öbür tiplerin birleştirilmesiyle Mısır’da geliştirilmiştir.

Çapı yükseldikçe daralan ve bir, iki veya üç şerefeye bölünmüş olan en ince minare tipi, Anadolu Selçuklu devletinin parçalanması sırasında ortaya çıkmıştır.

Bu tipin geliştiği ve en güzel örneklerinin yapıldığı dönem ise Osmanlılar devri olmuştur.

İslâm mimarîsinde minare boyutları her zaman cami ölçülerine uygun olmamıştır.

Binaya göre bazen çok büyük yapıldığı gibi, binadan bağımsız yapıldığı örnekler de vardır.

İslâmiyet ilk ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı yıllarda yerleşik nüfusun az olması, büyük devlet yapısına ulaşamaması büyük binalar yapılmasına imkân vermedi.

Müslümanlığı kabul eden Arapların özgün bir mimarîleri ve gelişmiş inşaat teknikleri yoktu.

Kuzeye doğru fetihleri sırasında ileri bir teknik ve göz kamaştırıcı binalarla karşılaştılar.

Bu yüzden ilk islâm yapılarında bu ülkelerin çeşitli etkileri açık olarak görülür.

Suriye’de ilk önemli islâm yapısı Kub-bet-üs-Sahra’dır.

Daha önce yapılıp harap olan Mescid-i Ömer’in yerine yapılan bu bina, sekiz köşeli bir plan üzerine kurulmuştu.

Kubbesinin altına isabet eden yerde Hacer-i Mukaddes bulunmaktadır.

Mozaiklerini Bizans’tan gelen sanatkârlar yapmıştı (691).

Planı, o zamanlar Suriye’de çok görülen daire planlı kiliselere benzemektedir.

Yine bu binanın karşısında bulunan ve Mescid-i Aksa denen caminin planı da bir bazilika şeklindedir.

VIII. yy.da Suriye’de birçok hıristiyan bazilikası tadil edilerek cami olarak kullanılıyordu.

İslâmiyetin başlangıç yıllarında, buralardaki mimarî bir bizans – suriye mimarisiydi.

Bu da Sümerler ve Hititlerin, Mezopotamya ve Küçük Asya’daki mimarî geleneklerinin bir devamıydı.

Suriye’deki bu mimarî, aynı çağda Mısır’da başlayan arap – islâm mimarîsinden birçok bakımdan değişik özellikler gösteriyordu.

Şam ve Kudüs’teki binalarda cam mozaikler, madenî ve mermer kaplamalar, roma ve bizans etkilerini sürdürüyordu.

VIII. yy.da Şam’da ve Amman’da yapılmış sivil mimarîye örnek saraylar vardı.

Meşatta sarayında bizans mimarîsini andıran unsurlar bulunmaktadır.

Yapımında yontma taş kullanılmıştır.

Cephesindeki tezyinat taş ve ustuka üzerine oymadır, iç duvarlarında sıva üzerine boyalı nakış ve resimler yapılmıştır.

Plan bakımından babil ve a-sur saraylarının avlulu bölümlenmesine de benzemektedir.

Tonozları ve kubbelerinin kalıntısından sasanî ve bizans etkilerini taşıdığı anlaşılmaktadır.

Hicret’in birinci yy. da inşa olduğu tahmin edilen Kuseyr Amra sarayının planı ve genel mimarîsi daha değişiktir ve tamamı yle bizans bazilikalarının etkilerini taşır.

Suriye’deki bu mimarî, aynı çağda Mısır’da başlayan arap – islâm mimarîsinden birçok bakımdan değişik özellikler gösteriyordu.

Şam ve Kudüs’teki binalarda cam mozaikler, madenî ve mermer kaplamalar, roma ve bizans etkilerini sürdürüyordu.

VIII. yy.da Şam’da ve Amman’da yapılmış sivil mimarîye örnek saraylar vardı.

Meşatta sarayında bizans mimarîsini andıran unsurlar bulunmaktadır.

Yapımında yontma taş kullanılmıştır.

Cephesindeki tezyinat taş ve ustuka üzerine oymadır, iç duvarlarında sıva üzerine boyalı nakış ve resimler yapılmıştır.

Plan bakımından babil ve asur saraylarının avlulu bölümlenmesine de benzemektedir.

Tonozları ve kubbelerinin kalıntısından sasanî ve bizans etkilerini taşıdığı anlaşılmaktadır.

Hicret’in birinci yy. da inşa olduğu tahmin edilen Kuseyr Amra sarayının planı ve genel mimarîsi daha değişiktir ve tamamı yle bizans bazilikalarının etkilerini taşır.

Irak’taki islâm mimarîsi üstünde arap istilâsından önce hüküm süren Sasanîlerin etkisi vardır.

Emevî devletini yıktıktan sonra, Abbasîler 1258 yılına kadar buralarda hâkimiyetlerini devam ettirmişlerdir.

Abbasî hükümdarı Mansur, Dicle kıyısındaki Bağdat şehrini kurarak başkenti buraya taşımıştır.

Bağdat da, Sasanîlerin başkenti Firuzâbâd gibi dairesel bir plan üzerine kurulmuştur.

Ortada cami ve saray inşa edilmiş, onun çevresine de diğer binalar ve evler yapılmıştır.

1258’de moğol istilâsında Abbasîlerin bütün binaları tahrip edilmiştir.

Kubbet-ül-Hadra, Cami-ül-Mansur, Kasr-üz-Zeheb, Kasr-ül-Âşık sarayı bunlar arasındadır.

Bağdat’ın 120 km batısındaki Ukhaydır sarayı 174 m X 169 m’lik bir alanı kaplar.

Bugünkü kalıntılardan anlaşıldığına’ göre yer yer kulelerle tahkim edilmiş çevre duvarları taştan yapılmış, tonozlar tuğladan örülmüştür.

Kulelerin yüksekliği 17 m, çapları 5,10 m’dir.

Sarayın içinde bir cami bulunmaktadır.

27 m X 32 m büyüklüğünde bir tören salonu ile bunun çevresinde birçok oda vardır.

Ayrıca birçok avlusu ve avlulara açıları eyvanları bulunmaktadır.

Halife Mütevekkil (749-861) zamanında yapılan Balkuvara sarayı da plan bakımından bu saraya benzer.

Bunlardaki plan ve inşaat sistemleri sasanî saraylarına benzemektedir.

Bu tip avlulu ve eyvanlı planlar ilk camilerde de görülür.

Burada rastlanan üç dilimli kemerler mimarînin karakteristik unsurlarıdır.

Kaynağı Samarra olan bu dilimli kemerler sonradan Hindistan’dan Ispanya’ya kadar yayılmıştı.

Bağdat’ın 100 km kadar kuzeyinde 838 yılında halife Mutasım’ın, Türklerden kurulu hassa ordusunun kalması için tahsis ettiği ve hükümet merkezi yaptığı şehirde çeşitli halifeler birçok saray, cami, türbe ve kasır gibi binalar yaptırmışlardı.

Buradaki büyük cami, islâm mimarîsinin ilk büyük örneğidir.

Bugün yalnız çevre duvarı ile minaresi ayakta kalan caminin şahın ve şahının çatısını tutan sütunlar yok olmuştur.

Minaresi sarmal bir rampa ile çıkılan kule şeklindedir.

Samarra’da meydana çıkarılan bazı saray ve bina duvarlar üzerindeki kabartma tezyinat özellikle dikkat çekicidir.

Bu tezyinatın, uygur anıtlarındaki tezyinatla benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Samarra, İslâm dünyasında türk sanatının ilk ortaya çıktığı ve kendine özgü bir karakter kazandığı yerdir.

Abbasî devrinde mimarîde görülen tromplar üzerine kubbe inşası, üç tarafı kapalı, önü açık büyük eyvanlar, süslü duvarlar, yüksek kemerli taç kapılar, tonozlu geçitler esas olarak Sasanî devrinin mimarîsinde vardır.

Ama islâmiyetten sonra bu unsurlar Orta ve ön Asya’daki islâm mimarîsine geçerek ve asyaî karakterini de bir ölçüde koruyarak Osmanlı devrine kadar yaşamıştır.

Mısır’ın Amr İbnülâs kumandasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildikten sonra 642 yılında yapılan ilk camiye Amr camii adı verildi.

Bu cami, Medine’deki Mescid-i Nebevî’den ve Peygamber’in Kûfe’de inşa ettirdiği camiden sonra yapılan ilk camidir.

110 m X 120 m ölçüsünde dikdörtgen bir planı vardır.

Medine’deki Mescid-i Nebevi gibi üstü açık büyük bir avlunun bir tarafında, güneşten korunmuş, namaz kılmaya yarayan şahın denilen, sütunların taşıdığı düz damla örtülü bir kısım vardır.

Güney tarafındaki sütunlu şahın kısım 34 m derinliğindedir.

Açık avlunun ortasında abdest almaya mahsus bir şadırvanı vardır.

Şahın, altışar sütunlu yirmi sıra sütundan meydana gelir.

Birbirine kemerlerle bağlı bu sütunların üstüne kirişler konarak üzeri toprakla örtülmüştür.

Kemerler, bizans kemerleri gibi dairesel değil türk kemerlerindeki gibi sivridir.

Sonradan, Şam’daki gibi dört köşe kule şeklinde minareler eklenmiştir.

Daha sonra Memlûklar ve türk hükümdarları zamanında yapılan cami ve binalarda ise orta asya ve selçuk mimarîsinin etkileri görülür.

Oysa Araplar, Mısır’a girdiklerinde burada, düz atkılı eski mısır mimarîsinden farklı bir mimarîyle karşılaşmışlardı.

Kopt mimarîsi denilen bu mimarî, Hıristiyanlığın ilk devirlerinde, Suriye, roma ve bizans mimarîsi etkisiyle oluşmuş bir kemer mimarisiydi.

Amr camiinde, kemerlerin hafif sivrice oluşu, bu mimarîden etkilendiğini gösterir.

Sütunlar ve sütun başlıkları da bu mimarînin örnekleridir.

Mısır’daki bir başka önemli islâm yapısı İbni Tulun camiidir.

Türk kumandanı Ahmed İbni Tulun’un Mısır’ın idaresini ele aldıktan sonra yaptırdığı (876-879) bu caminin planı Amr camii planına benzemekle birlikte mimarîsi ve üslûbu daha değişiktir.

Bir kenarı 92 m olan kare planlı bu yapının Samarra’daki büyük camiyi örnek aldığı anlaşılmaktadır.

Büyük bir avlunun etrafına yapılmış revaklardan ve mihrap duvarına paralel beş şahından meydana gelen bir planı vardır.

Kuzeybatı tarafındaki minaresi, Samarra’daki minare gibi, sarmal bir merdivenle çıkılan bir kule şeklindedir. Bina taş ve tuğladan inşa edilmiştir.

Caminin tavanını tutmak için inşa edilmiş olan ayakların araları kemerle bağlanmıştır.

Ayakların üzerine rastlayan yerlerde, pencere şeklindeki kemerlere boşluklar açılarak ayaklara gelen yük azaltılmıştır.

Kemerler sivri türk kemeri şeklindedir, ayaklar, köşe sütunlarıyle süslenmiş ve çevrelerine pervaz olarak kabartma tezyinat yapılmıştır.

Gerek kemerler, gerekse tezyinat samarra ve türkistan etkilerini taşımaktadır.

Bu binadan sonra Mısır ve kuzey afrika ülkelerinde inşa edilen binalarda sanarra ve türkistan mimarîlerinin etkisiyle asyaî bir kemer ve kubbe mimarîsinin ortaya çıktığı ve camilerin planlarının değiştiği görülür.

Daha sonra Mısır’a hâkim olan türk hanedanı zamanındaysa bu etkiler büsbütün açıklık kazanır.

Camiülezher (971), El Hahen camii (990), Bab-ül-Fütuh denilen kapı (1060), Kahire’de İmam Şafiî türbesi (1211), Sultan Kalavun türbesi (1285), Sultan Hasan camii (1356), Sultan Berkuk türbesi (1410), Kayıtbay camii (1436) gibi binalarda hep bu türk mimarîsi ve tezyinatının etkileri görülür.

Zaten Mısır’daki bu binaları yapan mimarların çoğu da türkistanlı ve Suriyeli idiler.

Bağdat’ta Şafiî, Hanbelî, Hanefî ve Malikî gibi dört mezhebin ortaya çıkışıyla doğan merkezî bir şahın çevresinde yapılan dört medrese şekli, XIII. yy.da Kahire’de de görülmeye başladı.

Fatımîler zamanında şiî mezhebinin yayılması Mısır’daki binalarda asya etkilerini çoğaltmıştır.

Fatımîlerden sonra Eyyubîler hâkimiyeti sırasında mimarîde suriye etkileri ağırlık kazanır ve Şam’da olduğu gibi renkli taşlarla duvar kaplamaları ve alçı oyma tezyinat çoğalmaya başlar.

Mısır’da oluşan bu yeni üslûp daha sonraları Suriye’ye de geçmiştir.

Kudüs’te, Şam’da, Halep’te yapılan binalar Mısır’daki binalarla büyük benzerlikler göstermeye başlamıştır.

Memlûklar zamanında (1250-1517) binalarda görülen türk karakteri çoğalmıştır.

Bu devirde dinî ve sivil yapılarda mimarî tezyinata çok önem verilmiştir.

Tezyinattaki aşırı üslûp, Mısır’ın Osmanlılar tarafından alınmasına kadar sürer.

Bundan sonra osmanlı mimarîsi, yapılara hâkim olur.

Magrıp denen Trablus, Cezayir, Tunus ve Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerine ve sonraları Ispanya’ya kadar uzanan islâm hâkimiyeti, yerli mimarîyi değiştirdi, öteki İslâm ülkelerindekinden farklı bir mimarî ortaya koydu.

İslâmiyetten önce burada bulunan Berberîlerin sanat ve kültürü, Suriye ve Irak’tan gelen arap etkisiyle kolay kolay silinmemiş ve bu topraklarda derin izleri olan roma sanatıyla karışarak yeni bir şekil almıştır.

807 Yılında kurulan Fas ve ondan iki yüzyıl sonra kurulan Marakeş şehirlerindeki binalarda bu yüzden Mısır ve Suriye’den oldukça ayrı karakter görülür.

Kuzey Afrika’daki ilk camiler de Mısır’daki Amr ve İbni Tulun camileri gibi birçok sütun sırasından ve birbirine paralel satımlardan meydana gelmişti.

Sütunların üzerine kiriş konarak üstleri düz dam şeklinde toprakla örtülmüştür.

Bu sütunlarda, Roma ve Bizans’tan kalma eski sütun başlıkları kullanılmıştır.

Daha sonra Mısır’a giren asya etkileri buralarda da görünmeğe başlamış, nal biçimindeki dilimli korkuluklar, alçıdan kabartma tezyinat ve mozaik kullanılması yaygınlaşmıştır.

Buralarda yalnız malikî mezhebi hâkim olduğu için, medreseler tek sahınlı yapılmıştır.

Medreselerin yanına bir de cami eklenmiştir.

Bunların yanında bazen türbe de bulunurdu.

Bu medreseler, revaklı avlularıyla, daha çok büyük bir arap evini andırır.

Kuzey Afrika’da aynı zamanda hem dinî, hem de askerî amaçla kullanılan binalar da vardı, bunlara «rıbat» adı verilirdi.

Rıbat’lar genellikle dörtgen planlı ve köşelerde savunma kuleleri bulunurdu.

Ortada üstü açık büyük bir avlu, bir cami ile minaresi ve minareden daha yüksek bir de gözcü kulesi bulunurdu.

Türbe binaları da Mısır’dakilere benzemiyor, kubbe ile örtülü bir şahın ve giriş kısmından meydana geliyordu.

Kuzey Afrika’daki kuleler ve minarelerin planı dört veya çok köşelidir.

Bir bakıma kiliselerin çan kulelerini hatırlatır.

Hamamlar, Osmanlılardaki ve Mısır’dakiler kadar süslü ve büyük değildir.

Fonduk denen kervansaraylar, Selçuklulardaki gibi bir avlu çevresindeki ahırlardan ve bunlar üzerindeki odalardan meydana gelir.

Ortası avlulu ve avlu çevresi revaklı olan evler, eski romalı evlerini andırır.

Damları genellikle düzdür; ama kemerli ve kubbeli olanları da vardır.

Tunus’ta Seyyid bin Yahya zaviyesi, Kayrevan’daki Cami-i Kebir (670), Tunus’ta Cami-i Zeytune (732) buranın en eski islâm binalarıdır.

Emevîlerin Ispanya’yı fethettikten sonra yaptıkları binalarda Fas’taki mimarînin etkileri açıksa da Ispanya’nın zenginliği ve Asya ile olan ticaret ilişkileri daha değişik bir mimarî ortaya koymuştur.

Kurtuba’da yapılan Büyük cami de karakteristik örneklerden biridir.

Diğer önemli binalar, işbiliye (Seville) camii (1114), Alkazar sarayı (1199) ve Elhamra sarayıdır (1230).

Bu binaların mimarîsinde belli bir üslûp birliği görülmektedir.

Sütunlar, başlıklar, taş ve oyma işleri ileri bir ustalığın izlerini taşır.

Tavanlar alçı oyma kabartmalarla süslenmiş, boya ve yaldızla tezyin edilmiştir.

Avluların ortasında işlemeli fıskiyeli havuzlar vardır.

Araplar İspanya’dan çekildikten sonra islâm sanatı hıristiyanlar zamanında da etkisini sürdürmüş ve Ispanya’nın yerli sanatı üzerinde derin izler bırakmıştır.

Hattâ bu yolla avrupa sanatını da etkilemiştir.

İran’da Islâmiyetten önce, Akamanışların düz atkılı eski mimarîleri uygulanıyordu.

Daha sonra Helenizm’in etkisiyle birtakım değişikliğe uğrayan bu mimarî yerini sasanî mimarîsine bırakmıştı.

İslâmiyetin ilk yıllarında yapılan binalarda da sasanî mimarîsinin etkisi büyük olmuştur.

Bunun yanında, suriye, orta asya ve türkistan mimarîlerinin etkileri de görülür.

İlk İran camii, arap camilerinden farklı değildi.

Etrafı revaklı ve üstü açık büyük bir şahın ile Kıble tarafında, Bağdat ve Samarra’da olduğu gibi, tavanı sütunlarla tutturulmuş genişçe örtülü bir kısımdan meydana geliyordu.

Islâmiyetin ilk yıllarında yapılan camilerin en önemlisi İsfahan’daki Cami-i Cuma’dır (755).

Sonradan gördüğü tamirler ve yapılan eklerle ilk şekli değişmiştir.

İlk yapıldığında mahsure kısmı 14 m X 14 m büyüklüğünde kare şeklindeydi ve üstü kubbe ile örtülmüştü.

İki tarafında birer minare vardı.

Caminin namaz kılınan kısmı 140 ayak ve sütuna oturan bir çatı ile örtülüdür.

Kubbeli dört kalın duvar tarafında geniş ve yüksek bir taç kapı vardı.

Sasanîlerden gelen bu kapı şekli İran camiierini arap camilerinden ayıran en önemli özelliklerden biridir.

Bütün İran camilerinde böyle dörtgen planlı bir taç kapı görülür.

Bunların eyvana benzeyen girintilerinin üstü, sivri kemerli bir yarım kubbe veya karnaslar ve köşe tonozlarıyle örtülmüştür.

Taç kapılar bina yüksekliğindedir.

Sasanî saraylarının bir geleneği olarak camilerde de görülen bu taç kapılar, avlunun iki tarafındaki eyvanların ortalarına da yapılmıştır.

Avlunun ortasında bir şadırvan bulunur.

Eyvanların bir kısmı ile üst katlardaki kısımlar hocalarla öğrencilerin barındığı medrese odalarıdır.

Taç kapı, zeminden tepesine kadar gayet güzel nakışlı çinilerle kaplanmıştır.

Selçuklu hâkimiyetinden sonra İran mimarîsinde birtakım değişmeler oldu.

Bu devirde kubbe yapımı gelişmiş ve kare plandan kubbenin dairesel tabanına geçmenin teknik zorlukları çözümlenmiştir.

Moğol istilâsında bütün sanatlarda bir süre duraklama görüldü.

Ama sonradan Orta Asya ve Çin’den getirilen mimar ve sanatkârlar yardımıyla mimarlık yeniden canlandı ve yeni özellikler kazandı.

Bu devirde yapılan Veramin (1322), Yezid (1375-1442) ve Meşhed (1418) camilerinde özellikle eyvanlar dikkati çeker.

Avluyu çevreleyen dört revak dizisini ortasından bölen eyvanların en büyüğünden geçilerek namaz kılınan kısma geçilir.

Bunun üzeri soğanbaşı biçiminde bir kubbeyle örtülüdür.

Bu kubbeler, koni biçiminde incelen, tepesine yakın bir yerde saçakla korunmuş bir şerefesi bulunan minarelerle uyum halindedir.

Tuğla ile birlikte kullanılan çivi süslemeler mimarîde büyük bir önem kazanır.

Tebriz’deki Mavi cami (1468), adını harikulâde güzel çini süslemelerinden almıştır.

Daha sonra İran’a hâkim olan Safevîler (1514) İran cami tipini pek az değiştirdiler.

Safevîlerin dinî yapıları içinde en önemlilerinden biri Şah Abbas I tarafından (1587-1628) İsfahan’da yaptırılan Mescid-i Şah’tır.

Eyvan, avlu, soğanbaşı kubbe ve küçük kubbeli sahınlar gibi, bilinen cami elemanları büyük boyutlarla kullanılmıştır.

İbadet mekânının iki yanında iki avlu uzanır.

İran’da türbe mimarîsi, cami mimarîsine sıkıca bağlıdır.

Batı ülkelerindeki gibi, kare bir planı örten kubbe biçimi özellikle geliştirümiştir.

Tuğla ile örülmüş külâhı hafifletmek ve germek amacıyla, bölme veya kemerlerden meydana gelen iskelet, süslemeler arasında gizlenmeye çalışılmıştır.

Kubbe, içeride stalaktitli köşe tonozlarına oturur.

Bu yapıların en eski ve en ünlüleri Buhara’da Şah İsmail’e ait olanı (907) ile Yezid’de bulunanıdır (1037).

Kubbeli türbelerin yanı sıra, XI. yy.da çokgen, yıldız veya dairesel planlı, minareleri andıran ve bir kubbe veya bir koni ile biten birçok türbe de yapılmıştır.

Kubbeli türbe yapımı, Selçuklular ve Moğollar devrinde de devam etmiştir.

Son selçuk hükümdarı Sultan Sencer’in Merv’de yaptırdığı türbe bu türdendir.

Sultaniye’deki Olcaytuhan türbesi (1309) Moğol devrinin bütün özelliklerini taşımaktadır Bu türde bugün çok harap olmasına rağmen İran’ın en güzel anıtlarından biridir.

Kırık kemer şeklindeki kubbeyi, sekizgen taban köşegenlerinin tepe noktalarından taşır.

Semerkant’ta Timur’un türbesi olan Gur-Emîr de, soğanbaşı şeklindeki çok büyük kubbesi ve çini süslemeleriyle önemli bir yapıdır.

İran’da ortaya çıkan medrese mimarîsi dinî mimarîye bağlanabilir.

XII. yy.da resmî bir kuruluş haline gelen medrese, eğitim görevine uygun olarak, bir avlu çevresine dizilen hücre ve eyvanlarla ders ve ibadet hacimlerinden meydana gelir.

Hindistan’daki islâm mimarîsi daha çok İran’daki mimarînin etkilerini taşır.

Buna karşılık XIII. yy.dan XVI. yy. başlangıcına kadar yapılan binalarda hintli mimarlar, ülkenin geleneksel üslûbuna bağlı kalmışlardır.

Mimarîde ve diğer sanatlarda gelişme daha çok Moğol hanedanı zamanında olmuştur, özellikle Ekber Şah (1556-1605) ve sonraki hükümdarlar devrinde bu gelişme hız kazanmıştır.

Agra’da Ekber Şahın sarayında ve türbesinde pek etkili olmayan İran etkisi, Fatehpur camiinde belirginleşir.

Isfahan Camii Kebir’ini hatırlatan bu camide anıtsal giriş, avlu ve ibadet kısmına girişteki büyük eyvan İran mimarîsinin izlerini taşır.

Cihangir Şah (1605-1627) tarafından yaptırılan Lahor camii bütünüyle İran geleneğine bağlanır.

Ama hint-iran sanatı en açık ve ünlü anlatımını Şah Cihan’ın ölen karısı için Agra’da yaptırdığı Tac Mahal’de bulur (1630-1647).

Bu binada osmanlı mimarlarının çalıştığı da bilinmektedir.

Bahçeler ve havuzlarla çevrili, beyaz mermerden yapılmış bu muhteşem anıt-kabir islâm dünyasının en önemli binalarından biridir.

İslâm mimarîsi Selçuklular ve Osmanlılar elinde de büyük gelişmeler göstermiş ve kendine has üslûplara ulaşmıştır.

Bir yanıt yazın