İslamda Namazın Önemi ve Fazileti
İslamda namazın önemi nedir,İslamda namazın tarihi,İslamda namazın önemi ile ilgili ayetler,İslamda namazın yeri,İslam namazın farzları,İslamda bayram namazı hükmü,İslamda namaz ibadetinin önemi,İslamda namaz çeşitleri,İslamda Namazın Önemi ve Fazileti,Salât, kelime anlamıyla dua demektir.
Salât Bunun dışında af dilemek (istiğfar), rahmet, övgü, yüceltmek ve tebrik etmek gibi anlamlar da taşıyor.
İslamda Namaz ve Önemi
Bu kelimenin Ibranice’deki salûta (ibadethane) kelimesiyle ilgisi açıktır.
Kur’an, bu salûta’yı (kıraat farklarıyla) salavât ve sulût şeklinde çoğul olarak ibadethaneler anlamında kullanıyor, (Hac, 40).
Pratik Kur’ansal manasıyla salât, evrensel dua faaliyetinin İslam toplumunda fertlere bir görev olarak yüklenen kısmını dile getirmektedir.
Bu anlamda salât temel kaynak Kur’an tarafından emredilmiş, şekli ve boyutları ise vahyin tebliğcisi ve ilk yorumcusu Hz. Peygamber tarafından uygulamalı bir biçimde gösterilmiştir.
Kur’an’ın, eski peygamberlerin ümmetleri tarafından uygulandığını haber verdiği salâtın şekli ve miktarı hakkında bilgimiz yoktur.
Yalnız her ümmetin bir salât şekli olduğunu ve inanmayanların müminlerle uğraşırken, onların namazlarını tarih boyunca alay konusu yaptıklarını Kur’an bize haber veriyor, (Mâide, 58; Hûd, 87; Lukman, 17; Enfal, 35).
Kur’an dilinin büyük ustası Ragıb, şaheseri el-Mûfredat’ın salât maddesinde şöyle demektedir: “Salât aslı duadan ibaret olan ibadetin özel bir şeklidir.
İbadetin bu adla’anılışı bir şeyin ihtiva ettiği şeyle anılışı cinsindendir.
Salât,bütün dinlerde şekli ne olursa olsun, yer alan ibadetin bir görümümüdür.”
Salâtın müminlere bir görev olarak yüklenmiş bulunması ve şeklinin kısmen Kur’an ve kısmen de Hz. Peygamber tarafından gösterilmiş olması onun, diğer zikir ve tespih faaliyetlerinden farklı olarak, belirli vakitlere bağlanmasını da gerekli kılmıştır.
Gerçekten de, “Namaz müminler üzerine, vakti belirli bir emir olarak yazılmıştır.” (Nisa, 103).
Kur’an’ın tetkiki ve Hz. Peygamber’in uygulaması namazın her gün beş ayrı vakitte icrasının gerekliliğini ortaya koyuyor, ( Bakara, 238; Hûd, 114; İsra, 78; Nur, 58; Cumu’a, 9).
Bunun içindir ki biz, kulluk borcu olan namazın beş vakit olduğunu ve belirli zamanlarda kılındığını ameli bir farz olarak kabul ederiz.
Çünkü vahyin tebliğcisi ve pratik yorumcusu olan Allah Elçisi, salât emrinin Muhammed ümmeti için sayısını, vaktini ve şeklini öyle beyan etmiş ve uygulamıştır.
Salât faaliyetinin vakte bağlanmış olması, bazı İslam bilginlerinin “Namazın kazası olmaz, çünkü her gün aynı vakitler yeniden vücut bulmaktadır” sonucuna varmalarına neden olmuştur.
Fakat genel kanı, namazların vakti içinde kılınmayanlarının kaza edilmesi gerektiği merkezindedir.
Kur’an bünyesinde yüze yakın, hadis bünyesinde ise yüzlerce yerde geçen salât (namaz) İslam toplumunda bir hayat tarzını, bir davranış ve duyuş biçimini, hatta bir toplum şeklini beraberinde getiren âdeta alameti farika bir ibadet ve meditasyondur.
Kur’an’ın salât deyimini birçok yerde zekâtla birlikte, anması, (bk. Bakara, 83, 110, 177, 277, vs.) onun Müslüman toplumun psikolojik boyutunu tutmakta olduğunu gösteriyor. Çünkü zekât, aynı toplumun sosyo-ekonomik boyutunu tutmaktadır.
Bu alameti farika ibadetin Kur’an tarafından harp haline bile icrası düzenlenmektedir ki, önemine bir başka delil de budur, (Nisa, 102).
İslam toplumunun bir tür sosyo-psikolojik göstergesi olan namaz; mistik-dinsel karakterdeki boyutları yanında estetikten spora kadar uzanan ikincil boyutlarıyla da çok şümullü bir çerçeveye vücut vermektedir.
O, içinde icra edildiği cami ve mescitlerle mimariye; zorunlu şartlarından biri olan taharet (gusül-aptest)’le sağlık ve estetiğe; yine şartlarından biri olan kıraat (okuyuş)’la musikiye; sevap artırıcı unsurlarından biri olan cemaatle toplumsal birlik ve kaynaşmaya etki ederek, duyuş ve anlayıştan günlük hayatın pratiklerine kadar bir medeniyetin oluşup gelişmesinde etkili olan hemen her alanda yaratıcı bir unsur halinde rol oynamaktadır.
Bir dua faaliyeti olarak namaz, evrendeki tespih faaliyetine şuurlu bir katılımdır.
Şuurlu ve en mükemmel katılım.
Gerçekten de namaz, İbn Arabi’nin de, işaret ettiği gibi, “Yatay, dikey ve kırık üç hareket şeklini birleştiren esrarlı bir ibadet biçimidir.
O, varlığın Allah’ı anısının en tipik göstergesidir.”
Kısacası, bir dua faaliyeti olarak namaz, Müslüman toplumun tüm fertlerine engin ruh ve sonsuzluk aleminde yol alma imkânı veren esrarli bir şekle sahiptir.
Öyle bir şekil ki, en büyük Peygamber’den, ruhsal kapasitesi en basit insana kadar, her fert o şekil içinde, tanrısal dünyadan nasibini alma imkânı bulur.
Bu yüzden Kur’an, namazı vazgeçilmez bir “asgari müşterek” halinde tespit ve takdim etmiştir.
O bir seçkinler veya “tipikler” yolu değildir.
En coşkun ve aksiyoner mizaçlar kadar, en sessiz ve hareketsiz mizaçlar da onda nasibine bir yol bulur.
Kur’ an, onu duada bağırıp çağıranlarla, aşırı şekilde sessiz ve hareketsiz kalanlar arasında bir denge yolu olarak sunar ken (İsra, 110), bu evrensel gerçeğe dikkat çekmiş oluyor.
Başka bir deyimle namaz, şahsın kapasitesine bağlı nasip yanında her insanın asgari seviyede elde edeceği bir nasip de sunmaktadır.
Hz. Peygamber bu noktayı bir hadisinde dile getirirken, namazı, müminin evinin önünden akan ve içinde her gün beş defa yıkanılan bir nehre benzetmiş ve şu soruyu sormuştur: “Bir nehirde her gün beş defa yıkananda kir ve çamur kalır mı?”
Namaz, dua ve meditasyon sayesinde, üç boyutlu alemin baskılarından sıyrılıp duyular ötesi fezaya tırmanan ruha, bedeni de aynı yönde bir değişim geçirmeye iterek, büyük bir destek sağlamaktadır.
Hintli bilgin Şah Veliyullah Dehlevı’nin (ölm. 1762) söylediği gibi, “Namaz ruhu melekût alemine yükseltmektedir.” Dehlevı’nin vatandaşı çağdaş düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938), aynı gerçeği, şu şekilde ifadeye koyuyor: “Namaz ruhun mekanik hayattan hürriyete kaçışıdır.”
Kur’an, namazı, Allah-insan-melek-peygamber dörtlüsü arasında bir konuşup-kaynaşma, bir içsel beraberlik, bir muhasebe olarak sunmaktadır.
Salâtın filolojik manasında da görüldüğü gibi, o Allah’tan kula bir rahmet, kuldan Allah’a bir dua, meleklerden kul için bir istiğfar, ümmetten Hz. Peygamber’e bir iltica ve nihayet Peygamberimizden ümmete bir şefaat olarak fonksiyon icra ediyor.
Kur’an bize gösteriyor ki, kul Allah’a salâtta bulunduğu gibi, Allah da kula salât etmektedir.
O halde musallı (salât icra eden) sıfatı hem Allah’ın, hem kulun sıfatı olur.
Buna bağlı olarak melekler de, Allah ile birlikte, salât eden kula, mukabil salât haline girerler, (Ahzab, 142; Bakara, 157).
Günlük hayatın sonsuza bağlı yanımızı ezen, hırpalayan şartlarla dolu atmosferinden ruhsal fezaya yükselişi, benliğimizi Mutlak’ın sembolleştirildiği güzellik ve iyilikler elbette ki, kapasitemiz ve niyetimiz oranında dolduracaktır.
Kur’an bu espriye dikkat çekerken, şöyle konuşuyor: “Namaz, iç ve dış kötülük ve çirkinliklerden alıkoyar.
Sonsuzluktan nasiplenen ruh, ölümlü ve iğretinin tahakküm oranını düşürerek ferdi ölümsüzlüğe uzanan çizgide güçlendirir.
Kur’an, bu noktaya parmak basarken de şöyle diyor: “Sabır ve salata yapışarak Yaratıcı’dan yardım dileyin.
Şu bir gerçek ki, bunu yapmak, içleri Allah’a karşı aşk ve ürperti ile dolu olanlar dışındakilere çok zor gelir.” (bk. Bakara, 45, 153).
Namazın her gün birkaç kez sonsuza yönelten imkânlarından biri de, kişiyi, hayatın prensipleri kaynağı olan Kur’an’la doğrudan diyaloga sokmasıdır.
Gerçekten de namazın geçerliliği, Kur’an’dan az veya çok bir parçanın okunmasına bağlıdır.
Kur’an’dan okunan parça dışında bütün duaların tercümeleri okunabilirce de çünkü bunlar vahy-i metlûv, yani Allah kelamı değillerdir.
Kur’an ayet veya surelerinin tercümeleri okunamaz.
Namazda okunması gereken Kur’an’ın asgarisi, Peygamberimiz tarafından Fatiha Suresi olarak tespit edilmiştir. “Fatiha Suresi okunmadan namaz kılınamaz.”
Kur’an’dan belli bir kısmın okunmasını zorunlu kılmakla, İslam bağlılarının, ana kaynakla psikolojik ve sosyolojik irtibatlarının sürekliliğini sağlamıştır.
Namaz sayesinde, sonsuzdan nasiplenme, namazdaki niyet ve konsantrasyonunun kalitesi ve çapıyla orantılıdır.
Bu konsantrasyon gerçeği Kur’an’da huşu adıyla anılmaktadır,
Namazda Mekan
İslam, resmi mabed, resmi din adamı ve dinsel kıyafet fikrine karşıdır.
Hz. Peygamber: “Yeryüzü, bana tertemiz bir mescid kılındı” diyerek İslam’ın bu anlayışını evrensel bir prensibe bağlamıştır.
Buna dayanarak diyebiliriz ki, namaz için hiçbir özel mekân zarureti yoktur.
Cami ve mescitlerin anlamı, namazın geçerliliğini sağlamalarından değil, oynadıkları sosyolojik rolden kaynaklanmaktadır.
Her Müslüman, vakti gelen namazı hiç kimsenin önderliğinde ve hiçbir mekânın çevrelenmesine ihtiyaç duymadan olduğu yerde kılar.
Toprak post, Allah dosttur.
İslam toplumunda mektep, tekke, hatta karargâh ve misafirhane, vs. vs. olarak çok yönlü hizmet vermiş olan camilerin süslenmesi ve bir nevi ruhsal eksikliği telafi mekanizması olarak kullanılması yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber, bunu: “Ümmetlerin en çirkin davranışı” olarak nitelendirmiş ve bundan sakınılmasını ısrarla tavsiye etmiştir.
Onun mescidi birkaç hurma direği üstüne serilmiş hurma dallarından ibaretti.
Birinci Halife Ebu Bekir bu mescide hiçbir ilavede bulunmadı.
İkinci halife Ömer mescidi genişletmekle birlikte ilgililere şu emri vermiştir: “Sadece cemaati yağmurdan koruyacak ilaveler yapın.’ Süs sayılabilecek unsurlar ekleyerek, halkı fitneye sevk etmeyin.”
Mescid süsleme hastalığı İslam ümmetine Emevi dün yaperestleri zamanında bulaştırılmış ve o günden beriiddetlenerek gelmiştir.
Sosyolojik bir disiplin olarak namaz, fonksiyonunu cemaatle kılındığında, belirgin bir şekilde oynamaktadır.
Bu rol vakit namazlarından başlayarak, cuma namazlarında gelişir, bayram namazlarında iyice büyür ve hacda kılınan namazlarla evrensel bir boyuta ulaşır.
Peygamberimiz, cemaatle namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstün olduğunu söylemiştir.
İslamiyet cemaatle ibadete üstünlük tanımakla, genel prensiplerine uygun olarak bireyselden, toplumsal adına fedakârlık etmiştir.
Cemaatin üstünlüğünün anlamı budur.
Yoksa, ibadet, temelinde bireysel ve psikolojiktir.
Bu yüzden cemaatle icra edilen namazlar farzlarla kayıtlanmıştır.
Cemaate imam olacak şahsın takvasına değil, okuyuşunun güzelliğine öncelik tanınmasının sebebi de budur.
İslamiyet, hayat ve toplum dinidir.
Ferdin sadece kendi benliğini yüceltmesi yeterli değildir.
Ferdi olanla, toplumsal olanın birini tercih gerektiğinde, kural toplumsal olanı seçmektir.
Bu öylesine tartışmasız bir gerçektir ki, Müslüman, tamamen Allah ile kendisi arası bir diyalog olan duada bile, yalnız kendisi için yakarmaktan men edilmiştir.
Nitekim, namazın esası olan Fatiha Suresi’ndeki dualar tamamen çoğul kiplerle (biz, bizi, bize) ifade edilmektedir.
Öte yandan, namaz gibi, Müslümanlar’ın resmi ibadet ödevleri aracılığı ile, toplumun derin ve engin bir kardeşlik, birlik şuur ve havası içinde bir araya getirilmesi anındji, topluluktan beklenebilecek hemen her şeyin elde edilmesi mümkündür.
Yardımlaşma, toplumsal kalkınmaya destek verme, geleceğe yönelik kararlar alma, insanlığı tahribe yönelik güçlere karşı birleşme, vs. gibi hedefler namaz cemaati bünyesinde en rahat ve en ideal şekilleriyle
çözüme bağlanabilmektedir.
Kısacası, cemaatle namaz bir topluluk içinde, akla gelebilecek, yüzlerce problemin en ideal şekilde çözümlenmesine en mutlu imkânları sağlayan esrarlı bir kudret taşımaktadır ve bizce namazın sosyolojik mucizesi, işte bu yüzden eşsizdir.
Şunu da anlıyoruz ki, cemaatin Allah Resulü tarafından işaret edilen üstünlüğü, esasen bu özelliklere dayalı bulunmaktadır.
Bu tespitlerin bizi ulaştıracağı bir nokta daha vardır: Camiler sadece farz namazların icrası için kullanılmalıdır.
Bunlar da, sabah 2, öğlen 4, ikindi 4, akşam 3, yatsı 4 rekâttır.
Bilindiği gibi bu farzlar hicretten önce ikişer rekât olarak kılınmaktaydı.
Daha sonra Hz. Peygamber’in uygulamaları ile bunlar, yukarıda belirttiğimiz şekle getirildi.
Esasen Kur’an, namazların rekât sayısı üzerinde hiçbir şey söylememektedir.
O halde rekat meselesi içtihadıdır.
Farzların yolculuk halinde iki rekât kılınması ise mecburidir.
Akşam namazı seferde de üç rekat kılınır.
Hz. Peygamber, sünnet olarak kıldığı namazları, hep cami dışında kılmış ve bunun böyle uygulanmasını istemiştir.
Bu söylediğimiz, cumanın farzından sonra kılınan namazlar için de geçerlidir.
Farz dışındaki namazlara fıkıhta nevâfil, revâtip veya tatavvu denmektedir.
Bunların, kulluk borcu olan farzlarla ayrılmasını, Hz. Peygamber ve ilk halifelerin titizlikle istediklerini görmekteyiz.
Bunların sayısı ve zamanı yoktur.
Vakti müsait olan isteği kadar kılar. O halde, farz dışında kalan namazların cami haricinde kılınması, Muhammedi sünnetin icaplarındandır.
İnsanın Allah ile sürekli ve her yerde olması gereken diyalogunu belirli duvarlar arasına hapsetmek isteyen bazı kişiler bu sakat anlayışlarını desteklemek için hadis uydurma yoluna da gitmişlerdir.
Hadis bilgini es—Sâğâni, uydurma hadisleri ele aldığı ünlü eseri el—Mevzuat’ında bu konuda hadis diye tanıtılan iki uydurma söze yer veriyor.
Bunlardan biri “Mescide komşu olanın namazı ancak mescid içinde caiz olur” sözü, biri de “Sabah namazını terk edenden Kur’an uzaktır” sözüdür,