Mezopotamya,Tarihi,Medeniyetleri,Coğrafi Özellikleri
Mezopotamya hakkında ansiklopedik bilgi,Batı Asya’da bölge.
Dicle ile Fırat ırmakları arasında yer alan ve birleştikleri noktaya kadar uzanan Mezopotamya, dört binyılı aşkın bir süre boyunca büyük bir uygarlığın beşiği oldu.
Mezopotamya birbirinden kesinlikte ayrı iki bölgeyi kapsar.
Mezopotamya’nın Coğrafi Özellikleri

El-Cezire ve Irakı Arap. Cezire, yukarı kesiminde ırmakların gömüldüğü geniş bir yayladır; Hit ve Remadi arasında Fırat, Samerra ve Balad arasında Dicle, asıl Mezopotamya’yı meydana getiren, alçak Irakı Arap ovasına girer.
İki ırmak burada birçok kol alır ve başlıcası Horel-Hammar olan birçok bataklık veya bataklık gölünü besler.
Mezopotamya, aşağı kesiminde Karun ve Şattülarap’ın Dicle ile Fırat’ın kavşak noktasının güneyinde meydana getirdiği delta ile Basra körfezine ulaşır.
Ova, Fırat, Dicle ve kollarının (özellikle Zagros dağlarından inen kollar) birbirini izleyen deltalarının ve alüvyonlarının Basra körfezini doldurmasıyla oluşmuştur.
Körfez kıyısının eskiden M.ö. V. binyıla kadar bugünkü Bağdat şehrinin biraz kuzeyinde olduğu sanılır.
Mezopotamya’nın Basra körfezi aleyhine gelişmesi devamlı bir şekilde olmadı: tektonik hareketler bazen gelişmeyi duraklattı, hattâ geriletti.
Dolma işi Dicle’nin kollarının ağzı yakınındaki birçok kesimde aynı zamanda oldu; alüvyon birikintisinin daha az olduğu bölgeler ise uzun süre bataklık olarak kalıyordu. Bununla birlikte Karun ve Şattülarap’ın ortak deltası yüzyılda bir 3 km ilerler.
Bu bozkırlar bölgesinde suyun bolluğu, Mezopotamya’nın tarım değerini büyük ölçüde artırır: Ana ve Samerra’dan itibaren ırmak boyunca hurma vahaları birbirini izler.
Gene de topraktan tam gelir sağlayabilmek için düzenlemeler gerekmiş ve en eski çağlardan beri barajlar ve sulama kanalları yapılmıştır.
Bununla birlikte ırmakların hızlılığı ve taşkınlarının düzensizliği yüzünden düzenlemeler hiç bir zaman Nil vâdisindekilerin mükemmelliğine erişemedi.
Mezopotamya Medeniyetleri
Öte yadan moğol istilâsından sonra, sulama şebekesi de kendi haline bırakıldı.
Bugün belgede yerleşme ve tarım, birçok tulumba kurulmasına ve Dicle kıyısında Kut, Fırat kıyısında Habbaniye ve Hindiye barajlarının inşama (pamuk tarımını başlattı) rağmen eski devirlerden geridir.
Bölgede çok eski tarihlerden beri çeşitli tarım yapılır.
Buğday, arpa, mısır, darı, pirinç, kış tahılları.
Tahılların, meyve ağaçlarının ve sebzelerinin bir kısmı palmiyelerin altında yetiştirilir.
Mezopotamya vahalarında, dünya pazarında satılan hurmaların beşte dördü yetiştirilir ve yetiştiricilerine çöl halklarınınkinden çok yüksek bir hayat seviyesi sağlar.
Mezopotamya Tarihi
Eski Mezopotamya
Mezopotamya, tarih öncesinden birkaç bin yıl sonra, üç bin yıldan çok süreyle Asya Yakın doğusu’na hâkim olan, milâttan birkaç yıl sonra ortadan kalkan ve batı medeniyetine büyük miras bırakan sümer-akkad medeniyetinin beşiğidir.
Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki büyük ulaşım yollarının kavşağındaki bu bölge, büyük bir medeniyetin gelişmesine elverişliydi.
Sümer-Akkad Medeniyetinin Tarihi
İlk yıllar. Avrupa’daki son buzul soğurması, VI. binyılın sonuna doğru eski Yakındoğu’da büyük bir kuraklığa sebep oldu; yaylalar çöl halini aldı ve ırmak vâdilerinde tarıma elverişli geniş topraklar açığa çıktı; bunun üzerine yaylalardan ırmak vâdilerine büyük göçler yapıldı; Mezopotamya ovasına inen halkların başlıcası, Arap yaylasının doğusundan kovulan çoban Samîlerle, asya bozkırlarından püskürtülen Sümerlerdi.
«Bereketli hilâl’e yerleşen bir dil. ve ırk grubundan olan Samîler, Dicle ve Fırat’ın kaynağına doğru çıktılar.
Tek heceli bitişimli bir dil kullanan Sümerler, Basra körfezi kıyılarına yerleştiler.
Tarihöncesi dönemden itibaren her iki halk birarada Mezopotamya’ya girdi; bölgede önce sümer medeniyeti gelişti.
Arkeolojinin Ur’da izlerini bulduğu büyük bir deniz yükselmesi, samî tesislerinin hiç değilse büyük kısmını yok etti ve Aşağı Mezopotamya’nın uzun süre sümer hâkimiyetini altında kalmasına yardımcı oldu.
Sümer Dönemi (M.ö. 3500-2000)
Mezopotamya’da tarih, M.ö. IV. binyılın ortasına doğru ilk yazılı belgelerin ortaya çıkmasıyla başlar.
Bunlar Uruk’ta bulunan piktografiyle yazılmış küçük tabletlerdir; yazı sistemi sonradan kil tabletlerin kullanılmasıyla çivi yazısı halini aldı.
O tarihte Mezopotamya’da iki rakip prenslik vardı; her büyük site (Ur, Lagaş, Kiş ve Uruk) bir hükümdar tarafından yönetiliyordu; bu şehirlerden biri, dönem dönem bütün Aşağı Mezopotamya’ya hâkimiyet kabul ettiriyordu.
Prensliklerin başlıcası, yeri henüz bulunamayan ama Kiş yakınında olduğu sanılan Agade idi.
Başkenti M.ö. 2300’e doğru Sargon tarafından inşa ettirildi.
Sargon, Basra körfezinden anadolu yaylalarına, Lübnan’dan Elam’a kadar bütün Mezopotamya’yı fethetti ve ilk Akkad imparatorluğunu kurdu.
İlk büyük samî imparatorluğu uzun süre yaşamadı ve Sargon’un vârisleri zamanında tekrar mahallî bir prenslik halini aldı.
Mezopotamya Uygarlıkları
2100’e doğru Lagaş’a hâkim olan Gudea, heykelleri, yazıtları ve giriştiği işler sayesinde en çok tanınan sümer prenslerindendir.
III. Ur sülâlesinin yıkılmasıyla, Mezopotamya hâkimiyeti kesinlikle Sümerlerden Samîlere geçti.
Sümer dili zamanla konuşulmaz oldu; ama Milâda kadar dinî dil olarak yaşadı.
Bununla birlikte sümer medeniyeti ortadan kalkmadı; tersine, kendini yeni efendilere kabul ettirdi.
Akkad Dönemi (M.ö. 2000-539)
Amurrular. Zaten iyice samîleşmiş olan III. Ur sülâlesini bir amurru (yani batı samî) kralı ortadan kaldırdı ve İsin sülâlesini kurdu (1950’ye doğr.).
Bu sülâle 200 yıllık tarihi boyunca gene bir samî sülâlesi olan Larsa ile rekabet etti.
Bir başka amurru Sumuabum, ilk babil sülâlesini kurdu.
Babil kısa süre sonra Bütün Mezopotamya’nın başkenti haline geldi.
Bu arada, Asur’da da kısa süre sonra Mezopotamya tarihinde önemli rol oynamaya başlayan bir samî sülâlesi kuruluyordu.
Hammurabi 1792 – 1750 arası bütün Mezopotamya’yı Babil çevresinde topladı.
Başarılı bir savaşçı olan Hammurabi, İsin ve Larsa sülâlelerine son verdi.
Mari ve Malgu’yu aldı ve hâkimiyetini Uzak Asur’a bile kabul ettirdi.
Komşu dağlıları ve yıkılan sülâlelere yardıma gelen Elamlılan kolayca imparatorluğunun sınırları dışına püskürttü.
Bu üstünlükle yetinmeyen Hammurabi, Mezopotamya’yı birleştirmek hayaliyle yaşıyordu; valiler ve bağımlı krallarla devamlı
bir yazışma sistemi kurdu; gelenekleri, kanun halinde topladı; Mezopotamya pantheon’unun zirvesine babil tanrısı Marduk’u yerleştirdi; yazıcılarına Enuma eliş gibi temel efsaneleri ve tanrılarla ve büyücülükle ilgili metinleri veya lirik çevrimleri kaleme aldırdı.
Hammurabi’nin vârisleri çok ve çeşitli rakiplerle çatıştılar: deniz kıyısı bölgesindeki Sümerler; Kassitler; Zagros dağlıları.
Bu durumdan yararlanan Asur, muhtariyetini kazandı ve XVI. yy.ın ilk yarısında kuzeyden gelen bir akın, ilk babil sülâlesine son verdi.
Kassitler Ara Dönemi
Kassitler adlarının ve tanrıların adının da gösterdiği gibi hint-avrupalı unsurlarla büyük ölçüde karışmışlardı.
Hâkimiyetini sadece Karduniaş adını verdikleri Güney Mezopotamya’ya kabul ettirdiler.
O tarihte ülkenin kuzeyi, hurri krallığı Mitanni’ye bağlıydı ve güney ucunda 1500’den beri bir aramî sülâlesi hüküm sürüyordu.
Kassit hâkimiyetinin dört yüzyılı, yazılı belgeler bakımından zayıf, modern tarihçilerin pek az tanıyabildiği bir anarşi dönemidir.
Ülkenin bütün enerjisi devamlı savaşlarla tüketildi: Asur devamlı olarak hurri sülâlesi Asur-Uballit tarafından devrilen (XJV. yy.) Mitannilerle çarpıştı.
Mitanni’yi ele geçiren hitit prenslerini, Tukulti-Ninurta, Fırat’ın ötesine püskürttü (1240’a doğr.).
Babil Kassitleri özellikle Elam ile çarpıştılar; o tarihte Asur ile Babil arasında başlayan kardeş kavgası, sonradan her iki başkentin de yıkılmasıyla sonuçlandı.
Aramiler Dönemi
Kassitler 1150’ye doğru Asur ve Aramılerin hücumları sonunda Mezopotamya’dan silindiler.
Bütün Asur dönemi, asur ve babil sülâlelerinin dış düşmanların yararlandığı rekabetiyle geçti.
XII. yy.ın ikinci yarısında her iki başkentte de ilgi çekici hükümdarlar hüküm sürdü.
Nabuko donosor I, Elam’ı uzun süre için sınırlarına püskürttü.
Tiglatpileser I ise imparatorluğunun sınırlarını akdeniz kıyılarına kadar genişletti.
Yaklaşık olarak 1000 yılına doğru iki imparatorluk gerileme dönemine girdi.
Batı sınırında yaşayan göçebe veya yarı göçebe Aramîler bu durumdan yararlanarak Mezopotamya’ya sızdılar ve Babil’i ele geçirdiler.
Asur dilinin yanı sıra, Aramca bütün Yakındoğu’da diplomatik dil haline geldi.
Bununla birlikte IX. yy.a doğru Asur kralları ilk Aramîlere karşı koydular ve VIII. ve VII. yy.da büyük bir güç kazandılar; bu dönem Sargonlarla doruğuna ulaştı: Sargon II Sennakherib;Asurbanipal.
Sargonlar o tarihte bütün Mezopotamyayı ele geçirdiler.
Ama Babil, asur hâkimiyetine güçlükle katlandı ve yönetimi Ninova’ya büyük güçlükler çıkardı; Ninova hükümdarı bu meseleyi çözmek için her yoldan yararlandı: Babillilerin ilerigelenlerinin Samıriye’ye sürgün edilmesi ve Babil’e Samıriye’li halkların yerleştirilmesi; Babil’e vali olarak Ninova hükümdarının kardeşinin tayin edilmesi.
Bu tedbirlerin hiç biri geçerli olmadı ve Babil, Asur’un her zayıf anında isyan etti; sonunda 612 temmuzunda Babillilerin ve Medlerin (Kyaksares ve Ummanmanda’nın yönetiminde) kurduğu koalisyon ordusu, Ninova’yı alarak Asur imparatorluğuna son verdi.
Babil o tarihten sonra Nabukodonosor II’nin yönetimi altında yeniden gelişti; sınırları Mısır’a kadar genişletildi.
Kudüs’ü alan (597) ve Nil’e kadar inen Nabukodonosor II, başkentini Hammurabi devrindeki parlaklığa kavuşturmak isteğiyle birçok anıt inşa ettirdi.
Halefleri, özellikle Nabonis, mimarî ve dinî işlerle uğraştılar; bu yüzden sülâle medialı Keyhüsrev’e fazla direnmeden yıkıldı (haziran 539).
Hint-Avrupa Dönemi
Babil’e hâkim olan Keyhüsrev, ülkenin yapısal kurumlarım değiştirmedi.
Yenilen kralın oğlu ve ülkenin gerçek hükümdarı Baltazar savaşta öldüyse de, Nabonis’e dokunulmadı ve ertesi yıl öldüğünde, Kethüsrev millî yas ilân etti.
Dara 2 685 km uzunluğundaki Efes-Sus yolunu açtırarak Doğu ile Yunanistan arasında bağlantıyı kolaylaştırdı.
Birkaç iç isyana rağmen Persler, İskender’in fethine kadar Babil’e hâkim oldular.
Yunan dünyasının Mezopotamya’yı köklü bir şekilde etkilemesine karşılık, Mezopotamya da, Yunanistan’a özellikle astronomi ve eczacılık alanında binlerce yıllık gözleme dayanan bilgi bıraktı ve Yunanlılardan «sıfır»ı, hesap ilkelerini ve genel soyutlama kavramını aldı.
Sümer-Akkad Medeniyetinin Özellikleri
Uzun yıllar süren bu medeniyetin göz önünde canlandırılması çok kolaydır.
Anıtlar «tel»lerin toprağı altında kalmıştır ve ancak altyapılarına rastlanır; ama bu kalıntılar hayatın maddî çerçevesini anlamağa yeterlidir.
Ayrıca altın mücevherlerden ve yarı değerli taşlardan mütevazı günlük eşyalara, küplere ve her çeşit kaba kadar birçok eşya kalmıştır.
Mezopotamya’nın Eskiçağdaki hayatı, özellikle birçok Çivi yazılı belge, kazılı kaya (Hammurabi kanunu) veya kil tabletten de bilinir.
S.N. Kramer, bulunan sümer tabletlerinin 250 000 kadar olduğunu hesaplamıştır; akkad tabletlerinin (Asur veya Babil) sayısı daha da çoktur.
Bu yazıtların onda dokuzu idari veya hukukî belgelerdi, dinî belgelerle, kraliyet belgeleri kitaplıklarda, özellikle Nippur tapınağının ve Ninova’daki Asurbanipal tapınağının kitaplıklarında bulundu.
İktisadî metinler birçok vergi ve bağış girişiyle, masraftan, eşya dökümlerini, soyağacı listelerini v.b. kapsar. Hukuk metinleri arasında kanun derlemeleri, önemli yer tutar:
Hammurabi’ninki dışında, Lipit-İştar’ın Eşnunna kralı Bilalama’nın derlemeleri ve Asur kanunu.
Her çeşit kontrat (alım-satım. mübadele, bölüşme, borç senedi ve birçok dava kararı, kanunun metinlerinin nasıl yorumlandığını gösterir.
Kraliyet yıllıkları, savaş, mimarî sanat ve din faaliyetleri üstüne bilgi verir.
Soyağacı listeleri ve efsaneler (Gilgamış, Atrahasis, Etana, Adapa efsaneleri) tarihöncesi devirleri açıklar.
Din metinleri-anlatılar (yaratılış efsanesi [Enuma eliş]; cennet [Eniri ve Ninhursag efsanesi]; tufan; cehenneme iniş; tanrıça İştar’ın coşkunluğu) veya âyinlerle ilgili belgelerdir, İlâhiler, dualar ve yakarılar boldur.
Kâhinlik koleksiyonlarını gökcisimlerinin gözlenmesiyle elde edilen isim listeleri, adanan kurbanların bağırsakları, düşler, suya zeytinyağı dökülmesi, anormal doğumlar, günlük hayatın olayları temsil eder.
Büyük törenleri, kullanılan usullere (yakınma, su ile arıtma), uygulayan büyücülerin cinsine (afsuncu, bakıcı) veya kötü ruhları kovmak için okunan dualara bölünmüştür.
Bu belgeler Sümerlerle Akkadlılar arasında büyük farklar olduğunu ortaya koyar.
Sümerler soyutlamaya daha yatkındır: Tanrı’yı kelâm olarak, yani hükümdarlara, krallara ve alelâde insanlara, hattâ tapınaklara ve kült eşyalarına geçen tanrısal bir imtiyaz olarak düşünmeye varmışlardır.
Akkadlılar içinse Tanrı, insanların hayaliyle yaşadığı ebedî hayata sahip varlıktır.
Bununla birlikte sümer mitolojisinde anlatılan tanrıların hayatı, insana hattâ insanın kusurlarına daha yakındır ve kosmos’un temel unsurlarının örneksenmesiyle tasarlanmış olan babil tanrılarınınkinden daha az insan üstüdür.
Babillilerle Asurlular arasında da önemli farklar vardır: Asurlular daha zalim, daha silik, fikir olaylarıyla daha az ilgilidir.
Mezopotamya’nın her şehri bile bazı bakımlardan birbirinden farklıdır.
Ayrıca bölgeye birbiri ardına gelen dalgalar (amurru, aram, pers, yunan dalgaları) köklü bir gelişmeye yol açmıştır.
Ama bu medeniyet özellikle dine dayanır.
Her olay tanrısal bir işarettir: gök cisimlerinin hareketleri; atmosfer olayları; gölge oyunları; hayvanların ve insanların davranışları.
Tesadüflerin ampirik bir anlayışla kaydedildiği kehanet katalogları bu işaretlerin anahtarını verir.
Etkileyici olması istenen her İnsanî davranış dinî bir görünüşe büründürülür: kral, kişiliğiyle Tanrı’yı temsil ettiğinden, kralın davranışları; doktorların, hukukçuların davranışları.
Bu yüzden Mezopotamya’da din dışı sanat ve edebiyat yoktur; şiir, mit veya İlâhidir; tarih, olayların tanımlara bağlanmasıdır.
Tiyatro âyin törenidir; belâgat tanrısal haber ve kaderlerin bildirilmesidir; heykelcilik tapınaklarda duaların sürekliliğini sağlar.
İnsanların her davranışı, davranışta bulunanın elinde olmaksızın iyilik veya kötülük getirir.
Bütün mezopotamya hayatına yayılan bu din, dönem dönem bazı bayramlarda yoğunlaşır; bunların başlıcası akitu, «hayat verici su, toprak» bayramı adı verilen yeni yıl bayramıdır.
Amacı bitki, hayvan ve insanların bereketliliğini sağlamaktır; bu bayramlar özellikle adandıkları tanrılara göre, ilkbahar ve sonbahar gündönümlerinde kutlanırdı.
Bu dinî çalışmalar Mezopotamyalılarda örneksemeye dayanan bir mit mantığıyla birleşir.
Mezopotamyalıların kavramları yoktur, soyutlamaya pek yatkın değildirler; ama tanrı kavramları muhteşemlik kavramıdır ve pantheon’un büyük tanrılarından canavar dölüte kadar öylesine yaygındır ki, tanrılarla bağlı oldukları unsurlar arasındaki ilişkileri nasıl düşündükleri pek iyi anlaşılamaz.
Tasım metodunu bilmezler, sonuçlara örneksemelerle ulaşırlardı; bu örneksemelerin bazıları önemlidir: gerçek ile sayı arasındaki örnekseme (ay-tanrı 30 sayısıyla, ya kamer ayının sayısıyla temsil edilir).
Söz ile gerçeklik, düş ile gerçek arasındaki örnekseme; büyük tabiat sınıfları, mineraller, bitkiler, bayramlar, insanlar, tanrılar arasındaki örneksemeler.
Mezopotamyalılar için nesnelerin temel gerçekliğini, onların sembolik değeri meydana getirir; bu yüzden Yunanlılar tarzında bir metafizik değil, derin düşlerin aracılığıyla bir din yüksekliğine erişmiş maddî davranışlara etkilik kazandıran bir «üst litürji» kurmuşlardır.
Bu düşünce tarzının Ugi çekici gözlemciler haline getirdiği Mezopotamyalılar, binlerce yıl kesin gözlemler yaparak bunları daha sonra yunan bilimine miras bıraktılar.
Astronomide Venüs gezegeninin evrelerini buldular, Ay tutulması dönemlerini ve güneşin on bir yıllık çevrimini tespit ettiler; tıpta bazı bitkilerin iyileştirici özelliklerinden, bazı küflerin antiseptik, alkolün ağrı giderici özelliklerinden yararlandılar; diş ağrısının sinirlerle ilgili olduğunu biliyorlardı ve sinirleri bir iğneyle ayıklayabiliyorlardı.
İnsan psikolojisi alanında Mezopotamyalılar sonuçlarını açık bir şekilde formülleştirememelerine rağmen araştırmalarını öylesine ilerlettiler ki, tarzları modern psikanalizin bazı usullerine ulaştı; temel sembollerin seçimini yaparak âyin törenlerinin temeli haline getirdiler; rüyanın hayatı dengelemekteki önemini ve iç dramın ortaya çıkarılmasının iyileştirici değerini ortaya koydular ve dinî törenlerden bu amaçla yararlandılar.
Helenestik Dönem Mezopotamya’sı
İskender’in fethederek (331) satraplık haline getirdiği (332) Mezopotamya, Antipatros tarafından Amphimakhos’a verildi; Babil ise Seleukos’un payına düştü.
Amphimakhos’un desteğiyle (318) Kardia’lı Eumenes, Seleukos’u kendine bağlamaya çalıştı; ama başaramadı ve Seleukos sonunda Mezopotamya’yı kendi alanına kattı (311-310).
Selefki krallarının denediği yunanlaştırma hareketi yüzeyde kaldı: o tarihte kurulan veya adı değiştirilen şehirlerdeki (Dicle Selefkiyesi [Seleukeia], Antakya [Antiokheia], Kharaks, Urfa [Edessa], Nizip [Nisibis], Dura-Europos [Salihiye]) Yunanlıların sayısı, yerlileri bin yıllık medeniyetlerinden koparacak kadar çok değildi.
Zaten bu sitelerin hemen hepsi Fırat’ın kıvrımında toplanmıştı.
Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin büyük kısmının transit geçtiği Mezopotamya, kozmopolit bir medeniyetin hazırlandığı bir potaydı; bu medeniyet eski samî temeline yunan unsurlarından çok İran unsurları kattı. Mithra dininin büyücü kralları Babil’de yaşadılar.
Selefkilerin otoritesi kısa süre içinde azaldı ve Antiokhos III, satrap Molon’un isyanıyla bir süre sarsılan otoritesini yeniden kurmayı başardıysa da vârisleri olan Suriye krallarını Parthlar Mezopotamya’dan çıkararak Babili işgal ettiler (M.ö. 14, sonra 129) ve sınırlarını Fırat’a dayandırdılar; Fırat kısa süre sonra Parth’larla Roma arasında sınır kabul edildi (M.ö. 924, Sulla ile Mithridates’in antlaşması).
66’da Lucillus ve Pompeius Fırat’ın Parth’lara ait olduğunu tanıdılar.
Bölüşülen Mezopotamya
İran’ın yeni efendileri, mahallî sülâlelere biraz serbestlik tanıdılar ve Mezopotamya’da Selefkiye’nin (Seleukeia) kardeş şehri Ktesiphon’u kendilerine başkent yaptılar.
Başlangıçta helenci olan Arsakidler, sonradan roma hâkimiyeti altına giren yunan dünyasından çekindiler.
Parth’ların uzakdoğu ticaretini kontrolları altına almalarından sıkılan Romalılar, kervanların geçmesini sağlamak için birçok defa Mezopotamya’yı fethetmeye uğraştılar.
Crasus’un bozguna uğramasından (M.ö. 53) ve Trajanus’un seferinin bölgenin geçici olarak Basra körfezine kadar eyalet halinde teşkilâtlandırılmasını sağlamasına rağmen başarısızlıkla sonuçlanmasından (M.S. 117) sonra, Vologese l!I’ün hücumuna uğrayan Marcus Aurelius, Osroene’ye himayesini kabul ettirdi (166).
Sonra Nizip’i bir roma kolonisi haline getiren Septimus Severus, bağımlı krallara (Osroene) hâkimiyetini kabul ettirdi; önce bir procurator, sonra bir vali ve iki lejyon tarafından yönetilen Mezopotamya eyaletini kurdu (199).
215’te Caracalla, Ostroene’yi Mezopotamya’ya kattı.
Bunun üzerine Macrinus barışı sağlayabilmek için tazminat ödemek zorunda kaldı (218). Zayıflayan Arsakidlerin yerini 224’te Sasanîler aldı; Sasanîler bütün Mezopotamya’yı işgal ettiler, ama Gordianus III’ün hücumuna (242-244) göğüs germek zorunda kaldılar.
Şahnur’un hücumu (258), Valerianus’un. tepkisine yol açtı; Valerianus’un Urfa (Edessa) yakınında tutuklanmasına rağmen (260), Mezopotamya Perslerin elinden çıktı ve 262*266 arası Odeynat tarafından Arap imparatorluğuna katıldı.
Palmy’ra’nın çökmesi sırasında (273) yeniden pers hâkimiyetini kabul etti.
Fırat’ı sınır olarak kabul eden 280 Barışına rağmen Mezopotamya, yeniden Carus kumandasındaki Romalılar tarafından işgal edildi (282-283).
Pers kralı Narsi’nin (296-297) saldırısının başarısızlığa uğramasından sonra, Diocletianus Dicle’ye kadar bütün Mezopotamya’nın (beş dicle ötesi satraplığı) kendine bırakılmasını sağladı ve ülkeyi her biri bir praeses tarafından yönetilen iki eyalete böldü.
Fırat kıvrımında, Nizip dolaylarında, Amida, Singara ve Bezabda şehirlerine dayanan müstahkem bir üçgen meydana getirerek bölgenin savunulmasını sağladı, öte yandan Sasanîler eski yahudi topluluklarının yanı sıra II.yy.dan itibaren hıristiyan topluluklarının da ortaya çıktığı (Urfa [Edessa]) bölgede, ateşe tapma dinini kabul ettirmeye çalıştılar.
Sonra gnostikler ortaya çıktı (Mani’ciliğin kurucusu olan en meşhur gnostik Mani, Behram II tarafından idam ettirildi); Şahpur II, 338’de Nizip’i kuşattı (346 ve 350’de tekrar); 340’ta başladığı hıristiyanları ezme hareketi (Selefkiye piskoposu 341’de öldürüldü) Şahpur’dan sonra yaygınlaştı.
Selefki piskoposu Katholikos, Hıristiyanlığın geri kalan kısmından hemen tamamıyla kopan (julianus’un başarısız seferinden sonra [Ktesiphon’a yürüyüş, 363] iovius, Nizip’ten ve beş dicle ötesi satraplığından vaz geçti) Kaide kilisesini teşkilâtlandırdı ve 425’te patrik ünvanını aldı.
Bizans Mezopotamyası’na Yakubîler hâkim olurken, ülkenin geri kalan kısmı Efes konsilinden (431) sonra Nasturîliğe sadık kaldı: Nasturîlik 482-498 arası kesinlikle yerleşti; bir melki topluluğu kurulması, dinî karışıklığı daha da artırdı.
Mezopotamya’yı ele geçirme mücadelesi VI. yy.da da devam etti; ama Bizanslılar ülkenin kendilerinde kalan kısımlarını 532, 562 ve 591 barışlarıyla korudular ve sıkıca tahkim ettiler.
Bununla birlikte Persler, 607’de Bizanslılardan Urfa’yı (Edessa) alarak ele geçirdikleri toprakları Herakleios’a geri vermeden önce hıristiyanları Doğu’ya sürgün ettiler.
Herakleios, kısa süre sonra arap istilâsı sırasında Fırat kıyılarından kesinlikle vaz geçmek zorunda kaldı (604).
Arap Mezopotamyası
El-Kadisiye savaşını kazanan (636, 635 veya 637) müslüman araplar, sasanî topraklarını işgal ederek lrakı Arap adını verdiler; bölgeyi muhafaza edebilmek için iki müstahkem ordugâh meydana getirdiler: Basra ve Küfe.
Birçok hıristiyan ve Zerdüşt dini taraftarı, Müslümanlığı kabul etti; ama Müslümanlık da birçok mezhebe bölündü.
794-750 Arası Mezopotamya’ya hâkim olan Abbasîler, başkentleri Bağdat’ı (762) ve kraliyet şehirleri Rakka ve Samerra’yı kurdular.
Irak o tarihte müslüman bölgelerin en zenginiydi; yeni kanallar açılmasından yararlanan tarımda geleneksel ürünlere şekerkamışı eklendi ve bataklık bölgelerin ıslahında zenci köleler kullanıldı (IX. yy.). Halı, ipekli, çini ve kâğıt büyük şehirlerde imal ediliyordu.
Uzakdoğu ticareti, Basra, Bağdat ve Diyarbakır’dan geçiyordu.
Başkent parlak bir fikir merkezi haline gelmişti.
Abbasîler IX. yy.da gerilediler: türk muhafızlarının tutsağı olan halifenin bölgesi küçüldü ve 945’ten sonra Irak da Buveyhî’lerin vesayetini kabul etti.