Mısır,Tarihi,Eserleri,Coğrafi Özellikleri | Coğrafya Bilgileri |
Mısır Başkenti Kahire. Başlıca şehirleri: İskenderiye; Port – Said; Süveyş. Mısır’a Eski Yunanlılar Aigyptos, Mısır’lılar ise çöllerin kırmızı rengine (Doşrit [«kızıl toprak»]) kargıt olarak Kemit («kara toprak») derlerdi.
Samî halklarıysa ülkeye Mazor, Mizraim (ibranice), Musri («müstahkem» [asurca]) adlarını verdiler; Mısır’ın bugünkü adı bu şekillerin birinden türemiştir.
Asya, Akdeniz ve Kızıldeniz arasında doğal bir kavşak olan Mısır, pek az kısmı dağlık olan masa biçiminde bir çöldür; halk 5 000 km güneyde doğan Nil’in alüvyonlu vadisi boyunca toplanmıştır.
Kuzey Afrika’nın nüfusu en büyük olan ülkesidir. Nüfusun büyük bir bölümü Nil Nehri boyunca yerleşmiştir.
Akdeniz ve Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Mısır’ın, batısında Libya, güneyinde ise Sudan yer almaktadır.
Mısır, Asya kıtasında yer alan kısmı Sina Yarımadası üzerinden Filistin ve İsrail ile komşudur. Mısır’dan geçen Nil Nehri, sularını Akdeniz’e boşaltmaktadır.
Medeniyetin beşiği olan Ortadoğu’da bulunan bir ülkedir. Ülke 1,010,000 kilometre kare kapsayan bir toprak parçasına ve 2012 tahminiyle yaklaşık 90 milyon nüfusa sahiptir.
Mısır Coğrafi Özellikleri
Yüzey şekilleri, iklim ve hidrografya. Yüzey şekilleri kuzeye doğru yumuşak bir eğimle alçalan ve yavaş yavaş gittikçe daha yeni ve özellikle kalkerli kayaçlarla kaplanan kalın bir nübye kumtaşı tabakasından oluşur.
Batısında derin ve geniş çanaklar oyulmuştur: bu çanaklarda vahalar (Siva, Bahariye, Farafra, Dahla, Karga) ve tuz birikintileri (Kattara, Vadi Natrun) yer alır; aynı şekilde Nil vâdisi de böyUk ölçüde derinleşir ve yamaçlarının yüksekliği yer yer 400 m’yi bulur; genişliği ise 1 ile 20 km arasında değişir, öte yandan, Tanganyika gölünden Lut gölüne kadar uzanan büyük kırıklar dizisine bağlı dikey hareketler, doğuda Kızıldeniz’i çökertmiş, Sina’nın güneyini (cebel Katherin, 2 641 m) ve Mısır’ın doğu kıyısını (Arap sıradağları: cebel Şeyeb, 2181 m) yükseltmiştir.
Bu tektonik hareketlerin sebep olduğu aşınma, nübye kumtaşı Örtüsünü, hattâ daha eski billurlu ve volkanik kayaçlan aşındırmıştır.
Batı (veya Libya) çölü, daha az engebelidir; Mısır’ın üçte ikisini kaplar; çok kurak, sık sık kumullarla kesilen bir yayladır.
Batı kenarında aşılması güç bir erg uzanır.
Bununla birlikte, yerlilerin hurma ağacı, tahıl ve sebze yetiştirdikleri çöküntülerde su yüzeye çıkar.
Kışın biraz yağmur alan kuzey kıyı şeridinde, çok kalabalık olmayan göçebeler, deve, koyun ve keçi yetiştirir.
Doğu (veya Arap) çölü’nde ve Sina yarımadasında kütleler daha çok yağış alır: bazı vadlar, dağlarda hemen hemen devamlı olarak akar ve vâdileri denize veya Nil’e ulaşır. Kalkerli yaylalarsa tersine verimsizdir.
Yüksekliğin yol açtığı küçük farklar dışında, bu iki çölün iklimi aynıdır: güneye doğru gidildikçe kuraklık ve sıcaklık artar.
Ülkenin kuzey kenarı deniz etkilerini alır: İskenderiye’ye, özellikle kışın, 184 mm yağmur düşer.
Fakat bu yağışlar da çok değişkendir: yılda en çok 303, en az 23 mm. Iç kısma doğru yağış büyük bir hızla azalır: Kahire ancak 24 mm, Assuan ancak 1 mm.
Rüzgârlar kuzey kesimde normal olarak eser; fakat güney ve doğu rüzgârları, alçak basınç geçişlerinden ötürü kışın büyük soğuklara ve ilkbaharda kum bulutlarına (hamsin) sebep olur.
En iyi turizm mevsimi sonbahar hattâ Yukarı Mısır’da aralık-şubat ayları arasındaki dönemdir.
Yağmurların yetersizliği, nemli topraklar bulunmaması, tuz birikinti ve kabukları, bitki örtüsünün azalmasında rol oynar: Libya çölü dünyanın en mutlak çölüdür.
Bununla birlikte Nil vâdisinde, güneş, ırmağın suyu ve taşkınlar sırasında bıraktığı alüvyonlu tortullan sayesinde, binlerce yıldan beri tarım yapılır.
Güneyden kuzeye doğru yaklaşık olarak 1 500 km uzanan Nil vâdisi, birinci çağlayana kadar dardır.
Ondan sonra ırmak ağır ağır akar ve genellikle kilometrede ancak 8 sm alçalan bir büyük yatakla doğu yamaca yanaşır.
Kahire’den sonra Delta, yani Nil’in kollarının (bugün iki tane) doldurduğu körfez yayılır.
Delta tamamıyla dolmamıştir ve deniz suyuyla dolu kıyı gölleri (Maryut-idku, Borollos, Menzaleh, Bardavi) dizisiyle çevrilidir.
Alüvyonları Port-Said’e doğru sürükleyen bir kıyı akıntısı, toprağın denize ilerlemesini önler.
Buharlaşma ve yeraltına sızma, 2 700. km boyunca hiç bir kol almayan Nil’in debisini azaltır. Irmak sularının azalmasında sulama çalışmaları da rol oynar.
Mısır Tarihi
Firavunlar Mısır’ı
Araştırmaların çoğalması, metin yayımcılarının faaliyeti ve tarih metotlarının gelişmesi sayesinde firavunlar Mısır’ı günden güne daha iyi tanınmaktadır.
Bununla birlikte Nil vâdisindeki ve komşu çöllerdeki arkeoloji araştırmaları henüz sonuca ermekten çok uzaktır ve bulunan malzemelerin sistemli bir şekilde incelenmesi henüz çok eksiktir.
M.ö. 3000’den eski olan her şey için, Mısır’ın tarihöncesi ancak varsayımlara dayanarak canlandırılabilir.
Antropologlar Mısır’ın eski halkının akdeniz ırkından bir kolun, zenci unsurla karışmasından meydana geldiğini kabul ederler.
Tarih çağında yerleşen yabancı halkların (filistinli istilâcılar veya Hyksos’lar; Yunanlılar, Araplar; zenci, libyalı ve asyalı esirler) katkısına (çok sınırlı olduğu sanılır) rağmen, mısır halkının fiziki özellikleri Eskiçağdan beri çok az değişmiş gibidir; bu özellikler bulgün hem Kıptilerde hem de müslüman Araplarda yaşar.
Beşeri faaliyetin en eski izleri, vâdi ve çöllerin yüksek taraçalarındaki paleolitik merkezleridir.
Mısır’da yerleşmenin çok ağır ve karışık bir şekilde olduğu sanılır; sınır bölgeleri çölleştikçe insanlar, alüvyonlaşma yoluyla yavaş yavaş meydana gelmekte olan Nil’in alçak ovasına göçüyorlardı.
Yontma Taş devrinden kalma birçok arkeolojik yer bulunması (Fayyum, Merimde merkezleri; kuzeyde «Badari», «Gerze» ve «Nagada» denen medeniyetler), sanatları ve ölü gömme şekilleri bakımından az çok farklı orijinal kültürlerin birbirini takip ettiğini veya birarada yaşadığını ortaya koydu.
Bu merkezlerde tekniklerin genel gelişmesi gözlenebilir: çanak çömlek, dokumalar, deri işçiliği, hayvancılık, tarım, resim, sert taşlardan kaplar yontma, maden işlemeciliği.
Maden kullanımı hep sınırlı kaldı ve firavunlar medeniyeti, varlığı boyunca bir taş ve toprak medeniyeti oldu.
Mahalli yıllık yazarlarına göre tarihöncesi Mısır’ı, önce tanrısal yaratıklar, sonra «Horus’un izleyicileri» denen yarı kahraman sülâleler tarafından yönetildi.
Dini metinler, ilkel inançların ve ayin usullerinin izlerinin yanı sıra, yukarı dönemler boyunca ülkenin siyasi ve sosyal durumu üstüne daha gerçek bilgiler de verir.
Çeşitli şehirlerin din ayrılığının, Tarihöncesinde kendi inançları olan bölgesel gruplaşmaların varlığını gösterdiği kabul edilir; sayısı kırk kadar olan başlıca siyasi birimlerin, daha sonraları firavunlar devletinin geleneksel illeri (veya nomos) haline geldiğine ve kabile alemlerinin bu illerin alemleri olduğuna inanılır.
Bazı araştırmacılar Mısır’ın siyasi bakımdan ilk olarak M. ö.IV. binyılda birleştirildiğini kabul ederler.
Bu binyılın sonuna doğru, ülkenin iki büyük krallığa bölünmüş olduğu hemen hemen kesinleşmiştir.
Aşağı Mısır krallığının başkentleri Buto ve Says idi; koruyucu tanrısı kobra yılanıydı; kralları kırmızı taç giyerdi. Yukarı Mısır krallığının başkentleri Hierakon-polis ve Neheb idi; tanrıçası dişi akbabaydı; kralları beyaz taç giyerdi. M.ö. 3000’e doğru Güney kralı Narmer, kuzeyin fethini tamamladı.
Tarih dönemi o tarihte, Manethon’un sınıflamasını yaptığı otuz firavun sülâlesinin ilkini kuran meşhur Menes ile başladı.
I. Sülâle ve II. Sülâle (3000-2678), Thinis bölgesi asıllıydı; bu sülâleler Abidos, Sakkara, Hilvan v.b.’de yapılan kazılarla tanındı.
O dönemin kral ve prens mezarları, firavunlar Mısır’ının kurumlarının ve kültürünün daha o tarihte hemen hemen yerleşmiş olduğunu ortaya koydu.
Bilgin vezir İmhotep’in büyük taş mimariyi önemli ölçüde geliştirdiği III. Sülâle devrinde Eski İmparatorluk dönemini (2278 -2423) meydana getiren (Menfi sülâleleri dizisi başladı.
Bu dönemin kralları kendilerine mezar olarak Gize (Cize), Ebukir ve Sakkara piramitlerini yaptırdılar.
Kralların en meşhurları olan Snefru, Keops, Kefren ve Mikerinos, IV. Sülâledendir.
Onların ve V. Sülâle krallarının zamanında komşu çöllerdeki madenleri işleten ve Nübye ile ticaret yapan Mısır çok kuvvetlendi ve çok zenginleşti. Bununla birlikte VI. Sülâle zamanında Menfislikrin merkeziyetçi ve bürokrasiye dayanan krallığı gerilemeye başladı.
Kuzeyde, alt sınıfların yükselmesinin sonucu olan bir sosyal devrim patlak verdi.
Eyalet valileri güneyde prens sülâleleri kurdular.
VII. ve VIII. Menfis Sülâleleri dönemi hakkında pek bilgi yoktur. Herakleopolis’li iki sülâlenin {IX. ve X. yy.), Orta ve Aşağı Mısır’da düzeni yeniden sağladığı sanılır.
Herakleopolis ile yapılan bir dizi savaştan sonra Teb prensleri, Orta imparatorluğu kurarak ülkede birliği sağladılar.
Daha az merkeziyetçi bir krallık olan ve orta sınıfların yükseldiği Orta İmparatorluk dönemi, XI., XII., XII. ve XIV. Sülâleleri (2100 – yaklş. 1700) kapsar.
XII Sülâleden Ammenemes ve Sesostris Nil’in üçüncü şelâlesine kadar Nübye’ye hâkim olan ve etkisini Suriye’ye kadar genişleten zengin bir ülkeyi yönettiler.
Halefleri zamanında Mısır’ın gerilemesinin sebebi bilinmez.
Bu zayıflıktan yararlanarak Deltaya sızmış olan filistinli kabileler, 1700’e doğru iktidarı ele geçirdiler.
Hyksoslar denen bu kabilelerin önderleri XV. ve XVI. Sülâleleri kurdular.
Bununla birlikte Teb’de, tebli bir sülâle (XVII. Sülâle) hüküm sürdü.
Kames tarafından kuzeye doğru püskürtülen Hyksoslar, M.ö. XVI. yy.da Yeni imparatorluğu başlatan tebli firavun Ahmes tarafından Asya’ya kovuldular.
XVIII. Sülâlenin ilk firavunları olan Ahmes, Amenofis I ve Tutmes I (1530-1520),kurtuluş savaşlarından yorgun düşen krallığı yeniden teşkilâtlandırmak zorunda kaldılar.
Görünüşte ilk Teblilerinkinden daha az liberal bir malî ve İdarî sisteme dayanan otokratik Mısır sülâlesi, yeniden parlak bir dönem yaşadı: meslekten askerlerin meydana getirdiği güçlü bir ordu sayesinde, Tutmes I’den itibaren büyük bir fetih siyasetine girişti.
Beşinci şelâleye kadar Sudan, «Kuş kral» naibi tarafından sertlikle yönetilen bir sömürge haline geldi.
Firavunların en başarılısı olan Tutmes III (1504 – 1450) ile oğlu Amenofis II’nin bitmek bilmeyen askerî müdahaleleri, Mısır’ın yirmi otuz yıl süreyle Suriye’yi (Toroslar’a ve Fırat’a kadar) kontrol etmesine imkân verdi.
Şatafat düşkünü Amenofis III (1408-yalalş. 1372) aynı enerji’yi gösteremedi: Hititlerin hücumlarıyla Kuzey Suriye’yi elden kaçırdı. Bununla birlikte fetihçi kralların dindarlığı, Teb tanrısı ve sülâlenin koruyucusu olan amon dini rahiplerinin ölçüsüz bir şekilde zenginleşmesine yol açmıştı.
Kendinden önceki firavunlar bu rahip sınıfının gücünü ve itibarını kurnazca sınırlamakla yetindikleri halde, ilâhiyatçı prens Amenofis IV (1372 – 1354), hem tanrı hem de din adamlarıyla ilişkisini kesti.
Güneş tanrısı yerine, güneş kursunun kendisine tapan HeliopolisMi bazı ilâhiyatçıların yolundan yürüyen Amenofis IV, başkentini Tell-el-Amarna’ya naklederek Akhenaton adını aldı.
Sapkın hükümetin dış siyaset alanındaki pasifliğinden yararlanan Filistin, Hititlerin yardımıyla ayaklandı; Amenofis IV’ün Ölümüyle din devrimi sona erer ermez, Tutankhamon’un generali (sonra kral oldu) Harmhabi duruma müdahale etmeseydi, Suriye. Mısır boyunduruğundan kurtulacaktı.
XIX. Sülâlenin ilk kralları olan Sethi I ve Ramses II de (1312-1235), Harmhabi gibi askerî sınıftandılar; Filistin’i muhafaza edebilmek için Hititlere karşı savaştılar ve Aşağı Mısır’ı tehdit eden .büyük libya kabilelerini başarısızlığa uğrattılar.
Kadeş yarı-zaferini kazanan ve Hititlerle barış yapan meşhur Ramses II zamanında, Yeni imparatorluk Mısır’ı, son parlak dönemini yaşadı. Ramses’in oğlu Meneptah, çok büyük bir libya akınını güçlükle püskürttü.
XX.Sülâlenin ikinci kralı olan Ramses III (1198-H66), ege halklarının bir istilâsını ve Libyalıların hücumlarını Mısır sınırında durdurdu.
XX. Sülâle Ramses’leri zamanında güçlü imparatorluk olma durumunu kaybetmeye başlayan krallıkta, siyasî anarşi başladı: komplolar, mezarların yağmalanması, yönetimin yozlaşması, paralı askerlerin ve amon rahiplerinin önderi haline gelen askerî kumandanların gücünün artması.
1100’e doğru, Tanis’li Smerdis, XXI. Sülâleyi başlatırken, general Herihor Teb’de bağımsız bir amon başrahipleri, sülâlesini kurdu. Dört yüzyıl boyunca Mısır başrahiplerle libyalı askerlerin elinde karışık bir dönem yaşadı.
Bunlardan biri olan Masauaşalar kralı Şeşank, XXII. Sülâleyi (Bubastis) kurdu; düzeni geçici olarak sağladı ve M.ö.930’a doğru Kudüs’ü yağmaladı. Sonradan XXIII. Sülâle (Tanis) zamanında Mısır, muhtar ve rakip prenslikler ve krallıklara bölündü.
VIII. yy. ortasına doğru, ülkede dördü firavun unvanı taşıyan yirmi kadar hükümdar vardı.
Bu arada XII. yy. sonundan beri bağımsızlığına kavuşmuş olan Sudan’da yerli Napata prensleri güçlü bir devlet kurmuşlardı. Karışıklıktan yararlanan sudanlı firavun Pianhy, Yukarı Mısır’ı ilhak etti ve Delta’yı kontrolü altına almaya çalıştı.
Ama Tefnakht ve Bokenranef sais’leri Sülâleden Sudan firavunları, kadın akraba-(XXIV. Sülâle), habeş tehlikesini savuşturdular. 715’te habeşistanlı Şabaka, sars monarşisini devirdi ve Sudan ile Mısır’ı tek bir imparatorluk halinde birleştirdi.
XXV. Sülâleden Sudan firavunları, kadın akrabalarını «Amon hayranı rahibeler» (tanrının karıları) adıyla Teb’e yerleştirerek, Yukarı Mısır’a savaşmaksızın hâkim oldular: ama XXVI.
Sülâleden sais krallarının ve mahallî prenslerin direndikleri Delta bölgesini kontrol altına alamadılar ve Sargon sülâlesinden Asur krallarının’ Afrika’ya, yaptıkları hücumlara karşı koyamadılar.
670’te firavun Taharka’yı yenen Asarhaddon, Delta’yı Ninova’nın bir himaye bölgesi haline getirdi; Asurbanipal, habeşistanlı Tanutamon üstündeki hâkimiyetini kaybetmedi.
Asur garnizonları Nil kıyısında uzun süre kalmadı.
Sais kralı Psammetik I, Asurluları bölgeden çıkardı, mahallî prenslikleri yıktı ve ayrı bir krallık kurdu. Bütün ülkeye hâkim olan XXVI. Sülâle kralları, paralı askerlere ve yunanlı kolonlara dayanarak Habeşlerin başlattığı kalkınmayı devam ettirdiler.
Babil’in genişlemesine karşı mücadele eden Nekao II, 608-604 arası eski Tutmes III imparatorluğunun tamamına sahip oldu; ama Kargamış’ta Nabukodonosor’a yenilince fethettiği bütün toprakları bir anda kaybetti; vârisleri Filistin’i Kaidelilerden kurtarmaya çalıştılarsa da başaramadılar; ama Psammetik II, Sudan’a parlak bir sefer yaparak Habeşlerin hücumunu önlemeyi başardı.
Ahmes (570-526), Perslerin ilerlemesini önleyemedi; oğlu Psammetik (yun. Psammenitos) III, 525’te Pelusium’da (yun. Pelusion) Kambyses’e yenildi ve krallığı bir satraplık haline getiren Akamanışlar kazançlı bir şekilde sömürerek XXVII. Firavun sülâlesini kurdular.
Perslerin yerleştirdiği yahudi askerlerine halkın düşman olması, bunların millî inançları küçümsemeleri ve ağır vergiler yüklemeleri, Dara I’in uzlaştırıcı siyasetinin olumlu bir sonuca varmasını engelledi.
404’te Amyrtaios (XXVIII. Sülâle), işgalcileri kovdu.
Altmış yıldan uzun süre Mendes sülâlesi (XXIX. Sülâle), sonra da XXX. Sebennytos sülâlesi, Akamanışlara başarıyla direndiler.
Firavunlar Mısır’ı canlılığını bir kere daha ortaya koydu. Sonunda 341’de Artakserkses III, bağımsız Mısır’ın son hükümdarı Nektanibis (yun. Nektanabis) II’yi kovdu; ama ikinci pers hâkimiyeti çok kısa ömürlü oldu: İskender 332’de Dara III’ten Nil vadisini aldı.
Helenistik Mısır (M.ö. 332 – 30)
Pers hâkimiyetinden kurtulan Mısır, Makedonya krallarının mülkü oldu ve Yunanlıların yönettiği dünyaya katıldı.
Arkeologlar bu dönemle ilgili birçok yunan papirüsü (özellikle Zenon’unkiler) veya halkın konuştuğu dilde yazılmış papirüsler buldular; ama bu eserlerde verilen birçok ayrıntı çoğunlukla çağın tarihinin anahatlarını aydınlatmaya yetmez.
Mısır’da kaldığı kısa süre içinde (332 sonbaharı – 331 ilkbaharı) Büyük İskender, bir kurtarıcı tavrı takındı ve Perslerin sert siyasetinin tersini Uyguladı; Menfis’te ve Amon tapınağında (Siuah’fa) kendini tanrının oğlu ve firavun ilân ettirdi.
O tarihe kadar dış dünya ile ilişki kurmadan yaşayan ülkenin deniz kapısı olması amacıyla İskenderiye’yi kurdu, ölümünden sonra (334), imparatorluğun görevlerini paylaşan generalleri, Mısır’ı makedonyalı bir soylu olan Ptolemaios’a verdiler; Ptolemaios İskender’in cesedini beraberinde Mısır’a getirmek ve İskenderiye şehrinde dev bir mezar (Sema) yaptırmak kurnazlığını gösterdi.
Lagos’un oğlu olan Ptolemaios, 306’da krallığını ilân ederek Lagos hanedanını kurdu (M. ö. 306-30). Sülâlenin adına yüceltici bir unvan ekleyen bu hükümdarların tarihi çok hareketlidir.
Firavunları örnek alarak, ırkları bozulmasın diye kız kardeşleriyle evlendiler; hemen her kuşakta erkek kardeşler iktidar mücadelesine girdi ve eş-kız-kardeş, kocasını kovdu; kralların çoğunlukla aciz kimseler olmasına karşılık kraliçeler genellikle iktidar hırsıyla yanıp tutuşan enerjik kadınlardı (kleopatra).
Aynı zamanda Kyrene ve Kıbrıs ile yunan kıyılarında birçok küçük ada ve şehre sahip olan sülâle, Akdeniz’e doğru denizyollarının ağzı olan ve Mısır tersanelerine gerekli keresteleri kapsayan Suriye için Selefkilerle mücadele etti.
M. ö. III yy.da bir Lagos deniz imparatorluğu kuruldu; ama M.ö. II. yy.da Romalılar Doğu’ya müdahale ettiler: bağımlı yunan şehirleri hürriyete kavuştu; Suriye bağımsız prensliklere (meselâ yahudi prensliği) bölündü, M.ö.I. yy.da Romalılar Kyrene (74) ve Kıbrıs’ı (58) ilhak ettiler.
Kleopatra’nın ustaca siyaseti (sezar, ptolemaİos xvi, marcus Antonius, octavianus’un Mısır’ı ilhakını (M. ö. 50) geciktirmekten başka işe yaramadı.
Lagos hanedanının hâkimiyeti, sömürgeci tipteydi: yerliler bütün önemli görevlerden uzaklaştırıldı, ülkelerinin yönetimi (daha doğrusu sömürülmesi) yabancı imtiyazlılara bırakıldı.
Hükümet, yapılan hizmetlere karşılık eşit olmayan imtiyazlara sahip bir kastlar sistemi (ırka dayanıyordu) kurdu: en üst kademede yönetici, mühendis veya asker olarak aranan yunanlılar; sonra askerlikleriyle meşhur olan yahudiler; daha sonra gene paralı asker olan Karia’lılar ve Mysia’lılar.
Karma evlilikler yasaklanarak bu kastlar katılaştırıldı.
Ama yunanlı sayısının çok fazla olmadığı sanılır; şehirlerdeki yunanlılaşmış yerlilere onların hiç bir imtiyazı tanınmadı.
Raphia savaşında yeli bir falanjın selefkili yunan birliklerini yenmesinden (M.ö. 217) sonra, fellâhlar yabancı hâkimiyetine daha güç katlanmaya başladılar; sülâlenin sonuna kadar, vergiler altında ezilen köylerde birçok ayaklanma oldu.
Nüfusunun 300 000 kişiyi geçtiği (Mısır nüfusu 9 milyondu) sanılan İskenderiye, etnik grupların (yunanlılar, yahudiler, az çok yunanlılaşmış yerliler) kavgalarıyla çalkalanıyordu; bu gruplar ancak çok yakından tanıdıkları için saygı göstermeye değmez kabul ettikleri hükümdarlarına karşı ayaklanmak için barışıyorlardı.
Bununla birlikte hükümdar, parlak bir saray hayatı yaşayan mutlak bir kraldı.
Yeryüzüne inmiş bir tanrı sayılırdı; Yunanlılarda şehirler veya özel kişiler Mısırlılarda ise rahipler tarafından kendisine dinî ayinler yapılırdı.
Mısırlı rahipler sınıfları koruyan, eski tanrılara adanan tapınaklar yaptıran (Dendera, Edfus, Kom Ombo, Philai v.b. tapınakları) ve buna karşılık da kendine dürüst davranılmasını isteyen krala bir firavun muamelesi yapmak zorunda kalıyorlardı. (Buna karşılık Ptolemaİos I’in bir mısır kültünün yunanlı şekli olan tanrı Serapis’i [Osiris olarak diriltilen tanrı Apis’i yaratmış olmasına bir mânâ vermek oldukça zordur.)
Sülâle, firavunların merkeziyetçiliğini ve güdümlü yönetimini artırdı.
Mısır’ın papirüsler ülkesi olması boşuna değildir: kalabalık, kılı kırk yaran bir yönetim her şeyden haberdardı, her şeyi kontrol ediyordu; kadastro ve vergi sistemi birbirini tamamlıyordu.
Ülke öteden beri nomos’lara bölünmüştü; bunların başında kralın temsilcisi olan bir strategos ve dioiketes’in (maliye bakanı) temsilcisi olan bir yazıcı vardı. Üç şehirde (İskenderiye, Naukratis, Teb’de Ptolemais) belediye kurumlan bulunması kralın gücünde hiç bir azalmaya yol açmıyordu.
Hükümetin temel görevi, üretimi, ihracatı artıracak şekilde yönetmekti.
Kral, firavun gibi, toprağın sahibiydi; bazı imtiyazlılara (tapınaklar, askerler) toprakların intifa hakkını bırakabilirdi, köylülereyse evlerini, bahçelerini ve bağlarını kaydı hayat şartıyla verirdi.
Kimseye verilmeyen kraliyet toprakları, yerlilere kiralanır ve kralın emirlerine göre işletilirdi: her yıl dioiketes her nomos’ta belirli tarımlara ayrılacak toprakları belirtirdi; mahallî memurlar bu toprakları çiftçiler arasında bölüştürür, ekilecek tohumları borç verir ve hasat tarihini tespit ederlerdi; ürünler bir kamu ambarına konurdu.
Sonra devlet ödünç verdiği ekimlikleri, vergileri ve kira borçlarını alır ve İskenderiye’deki kraliyet ambarında toplardı; geri kalan (eğer geriye bir şey kalır ve ürünler bir tekele tabi değilse [yağlı bitkiler gibi]) köylülerin olurdu.
Fakat bu durumda da çiftçiler o kadar büyük narhlar ödemeye zorlanır ve kralın müfettişleri tarafından o kadar sıkı kontrol edilirdi ki, piyasada hiç bir yağ kralın yağlarıyla rekabet edemezdi.
Sürüleri otlatmak için vergi verilir, kralın izni olmadan tek bir ağaç kesilemezdi. Bazı mesleklerle uğraşabilmek için her yıl bir çeşit esnaf karnesi satın almak gerekirdi.
Ayrıca malî işler, vergileri toplayan ve her yerde şubeleri olan devlet bankasının tekelindeydi.
Dış ticaret de kontrol altındaydı: Mısır, İskenderiye’den buğday, arpa, papirüs, cam, keten bezi, sanat eserleri ihraç ederdi; daha az olan ithalâtı kereste ve madenleri kapsardı. Hükümdarlar Kızıldeniz limanlarından başlayarak uzak deniz ticaretini geliştirdiler, ama Mısırlılar hint
ipeklileri ve baharatlarını temin edebilmek için Seba’lıların aracılığından ancak M.ö. I. yy.da vaz geçebildiler.
Böylece Lagos’lu, krallığından çok büyük gelirler elde ediyordu; ama ihracat yapabilmek için yerlilerin hayat seviyesini çok düşük tutmak zorundaydı.
İzni olmadan topraklarından ayrılan köylüleri tutuklamaya hakkı vardı.
Kötü muamele gören yerliler buna anakhoresis («bir kenara çekilmek») ile cevap veriyorlardı: bataklıklara veya çöl sınırına kaçıyor, kalabalıklaşınca âsi çeteler meydana getiriyorlardı.
Hükümdarın gelir kaynaklan askerlerin ücretlerini ödemeye ve propagandaya ancak yetiyordu.
Ordu yunanlılar, daha sonraları da başlangıçta yardımcı servislerde istihdam edilen mısırlıları kapsıyordu.
Askerlerin ücreti rütbeleriyle orantılı topraklar verilerek (klerukhos adı buradan gelir) ödeniyordu: Yunanlılar Fayyum’a bu yolla yerleşerek zeytin ağaçlan diktiler.
Ama Lagos hanedanının en büyük başarısı, Atina ve Miletos’un mirasını İskenderiye’de toplamak oldu: Ptolemaİos I, yunanlı bilgin ve yazarların barındığı Müze’yi (Museion) kurdu: müzeye bir zooloji parkı, bir botanik bahçesi ve çok büyük bir kitaplık bağlıydı.
Eskiçağ bilimi o tarihte doruğuna ulaştı (Perge’li Apollonios, Arkhimedes, Eratosthenes, Eukleides, Heron, Theophrastos). Bilgeler ve zarif şairler (Rodos’lu Apollonios, Aratos, Kallimakhos, Herondas) Lagos hanedanına övgüler yazmakta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Eskiçağlılara göre İskenderiye, Feneri ve Serapeion’u, Lagos hanedanı ve onların zenginliği her şeyden üstündü; ama sülâlenin ve Yunanlıların eseri, geleneksel Mısır’ı örnek almış gibidir; bu Mısır’ı anlamaya çalışmamışlar, Mısır da bu hor görülmeye hayvan tanrılarına daha çok bağlanarak karşılık vermiştir.
Eski tarihçilere inanılırsa, sülâle acıklı bir şekilde son buldu: Ptolemaİos, Evergetes II gibi hükümdarların zalimliği; yahudilerin ezilmesi; veraset çatışmaları ve sülâle kavgaları (Evergetes II ve Kleopatra iktidar mücadelesine giriştiklerinde iç savaş patlak verdi ve İskenderiye sarayına hücum edildi); İskenderiyelilerin veya köylülerin ayaklanmaları; memurların israfları ve ihtilâsları.
Bununla birlikte bir kadının dehası sayesinde Mısır bir süre için firavunlarınkinden daha büyük bir imparatorluk haline geldi.
Antonius âşık olduğu Kleopatra’ya Kıbrıs’ı ve Suriye’nin büyük kısmını verdi; müşterek çocuklarına başka roma eyaletleri bağışladı: Kuzey Doğu Anadolu; Kilikya: Kyrenaika (M.ö. 34). Mısır Actium’da yenilince (31) Kleopatra imparatorun zaferini görmemek için kendini öldürdü.
Roma Mısır’ı (M. ö. 30 – M. S. 395)
İlhakın gecikmesinin sebebi, Roma’nın muzaffer kumandanlardan birinin şehre hâkim olarak, Akdeniz dünyasının buğday ambarı olan bu çok zengin ülkeyi ele geçirmesinden çekinmesiydi.
Romalı siyasetçiler uzun süreden beri Lagos hanedanı monarşisinin parlak bir cephe arkasında gizlenen zayıflıklarını fark etmişlerdi. Bu yüzden 30’da Mısır’ın ilhakını ilân eden Octavianus, bu siyasetçilerin isteklerini somutlaştırmış oldu.
Octavianus, hâkimiyetinde rahatsız edilmemek için ciddî tedbirler aldı: senatörlerin ülkede mülk sahibi olsalar da Mısır’a girmeleri yasaklandı; Mısır,imparatorun şövalye sınıfından olan ve prokonsül yetkilerine sahip bulunan bir kimse (İskenderiye ve Mısır valisi) tarafından temsil edildiği tek önemli eyaletti; başka bir gariplik de lejyonlara gene şövalye sınıfından valilerin kumanda etmesiydi.
Augustus’un, rejimi roma dünyasının geri kalan kısmına benzemeyen bu ülkede senatörlerin, princeps’lerin canlı bir tanrı gibi saygı görerek yaşadıklarını görmelerini istemediği ileri sürülmüştür.
Hükümet, idare, İktisadî işletme Lagos hanedanının metotlarına uyduruldu; onlar da bu metotların büyük kısmını firavunlardan almışlardı.
Augustus, Makedonya sülâlesinin zayıflamasıyla ortaya çıkan aşırılıkları kaldırmakla yetindi: tapınaklara verilen toprakları geri aldığı veya azalttığı, devletin din giderlerine katılmasına son verdiği sanılır; kraliyet topraklarının el konan kısımları geri alındı ve çoğunlukla imparatorun romalı dostlarına dağıtıldı.
İmparator ülkeyi daha iyi yönetebilmek için bölme siyaseti güttü: kastlar sistemini muhafaza etti; «dediticius»lar sayılan yerli halka roma vatandaşlığına geçme hakkını tanımadı.
Bölgenin birleşmesine bahane olmasın diye imparatorluk kültünü yasakladı.
Aslında ülkede 3 lejyon ve 12 yardımcı kolordu (toplam olarak 23 000 kişi) bulundurulması, kraliçe Kandake ve habeşlerinin tehdidine karşı değil, İskenderiye’yi veya ikide bir kaıgaşalık çıkaran teb köylerini gözlemek içindi.
Mahallî geleneğe uygun olarak askerler ex-castris’terden toplanıyordu; bu usul başka hiç bir yerde uygulanmıyordu.
Sulama sistemini devamlı olarak geliştiren Romalıların, Mısır’dan Lagos hanedanından fazla şey elde ettikleri söylenemez: annona, Roma’yı yıllık buğday ihtiyacının dört aylığını karşılayarak oldukça düzenli bir şekilde besliyordu; ama kıtlık yıllarında Nil kıyısında açlık çekiliyordu.
Mısır için efendi değiştirmek büyük sonuçlar vermedi: yöneticiler artık romalıydı, ama kültür dili hâlâ Yunancaydı; kullanılan para imparatorluğun geri kalan kısmından farklı olarak hâlâ drahmiydi.
Lagos hanedanı zamanındakinden daha çok olan halk dilinde yazılmış papirüsler, yunan papirüsleri, ostrakhalar, talimatnameler (Idiologos’un Gnomon’u gibi) gündelik yaşayışın değişmemiş olduğunu ortaya koyar: vergiler, kontrollar, istekler.
Vergi toplayıcıların eziyet ettiği köylüler anakhoresis uygulamaya devam ediyor, İskenderiye’nin kalabalık halkı arasında kendilerini gözden kaybettiriyorlardı.
Bununla birlikte Milâdın bu ilk yıllarında birçok önemli olay oldu.
Hippalos, muson rüzgârını keşfedince Hindistan yolculuğu daha kolaylaştı: her yıl yüz yirmi gemi Kızıldeniz’deki limanlardan hareket ederek Hindistan’dan ipekli kumaş, inci ve parfüm almaya gidiyordu; bu değerli maddelerin yeniden dağıtımını yapan İskenderiye’nin ticarî önemi daha da arttı.
İskenderiye’deki yahudi cemaati uzun süredir kaynaşmaktaydı: artık yalnız yunanca konuşan bu yahudiler, genellikle geleneklerini muhafaza etmişlerdi (Philon’un Kutsal Kitap’ı eflatun’cu açıdan yorumlaması bir istisnadır).
Yahudi düşmanlığı gelişti: daha Claudius zamanında Yunanlılarla İskenderiye Yahudileri arasında çatışmalar patlak veriyordu.
Romalılar kısa süre sonra Yunanlılarla dayanışma yaptılar: Yahudilerin 66’daki ayaklanması İskenderiye’de 50 000 yahudinin öldürülmesiyle sonuçlandı; 117 ayaklanması ise 240 000 kurban verdi; sonra Yahudilerin hemen hemen toptan diasporası (dağılma) başladı.
İmparatorlar mülklerinin verimini artırmaya çalıştılar: büyük mülklere elkoydular; köylüleri topraklarında tutabilmek için emphyteusis sistemini (uzun süre için kiralama veya iltizam usulü) uygulamaya başladılar.
Rahip sınıfına karşı daha cömert davranmaya başladılar ve II. yy.da Philaj ile Esneh tapınakları tamamlandı.
Müze hâlâ yardım görüyordu; İskenderiye bilimi, coğrafyacı Ptolemaİos (Hadrianus zamanında) ve tarihçi Appianus (Antoninus zamanı) ile son parlak dönemini yaşadı.
Septimus Severus vergi toplayabilmek için şehirlerde curia sistemini kurdu ve İskenderiye’de bir Bule yaratıldı; Coeranus senatoya giren (210’a doğru) ilk mısırlıdır. Daha o tarihte Uzakdoğu ile yapılan ticaret gerilemeye başladı: Roma bu mübadeleye imkân veren maden stokunu tüketmişti.
250’ye doğru Habeşistan’ın haydut halkı Bilemm’ler, sınır bölgelerini istilâ ettiler ve daha az korunduğu sanılan Nil – Kızıldeniz yollarını kestiler: II. yy.dan itibaren Mısır’da tek bir lejyon kaldı, imparatorların çekimser tutamları İdarî değişikliklere yol açtı ve II. yy.da nomos’lar üç eyalette toplandı: Aşağı ülke; Heptanomis; Thebais.
Bu eyaletler Diocletianus zamanında Aegyptia Jovia, Aegyptia Herculia, Thebais haline geldi.
IV yy.da ülke. Doğu diyosezinin bir parçası oldu ve Antakya’da oturan bir konta bağlandı; ama eyalet valilerini kontrol eden bir genel vali görevine devam etti.
Hıristiyanlığın önce İskenderiye Yahudileri arasında yayıldığı ve şehirde Claudius zamanında çıkan karışıklıkların sebebi olduğu sanılır; sonra, böylesine yoksul bir halk arasında oldukça kolay bir şekilde yayıldı ve III. yy.da halkın çoğu hınstıyan oldu. Eskiçağ yazarlannın en dindar insanlar saydığı Mısırlılar, yeni dine, ermişlik ve keşişlik ile orijinal bir özellik kazandırdılar.
Aziz Antonius ilk hıristiyan çilekeşidir; çöle yerleşerek kendi gibi birbirine uzak kulübelerde yaşayan öğrenciler edindi.
324’e doğru Aziz Pakhomios Teb’in batısında kurduğu koinobion’a (ortak yaşama merkezi), 2 500’e yakın keşiş topladı. Kız kardeşi Mana, ilk kadın manastırını kurdu.
Kıptî alfabesini benimseyerek millî kültürünü muhafaza etmeyi tasarlayan hınstıyan Mısır, İskenderiye kültür merkezine sırt çevirmedi.
II. yy.da Hıristiyanlığı kabul etmiş bir filozof olan Panteanus, müzeye karşı, din okulunu kurdu.
Oğlu ve halefi Aziz Clementius (190), Hıristiyanlığı Gnosis’in en üstün şekli olarak tanıttı.
Eziyetler yüzünden kaçmak zorunda kalınca, piskopos Demetrios onun yerine Origenes’i getirdi.
Origenes tenkitler yüzünden uzaklaşmak zorunda kalıncaya kadar (232) helenizmle incil kültürünü birbirine karıştırdı.
III. yy. sonunda İsa’nın özü üstüne birçok tartışma çıktı. İskenderiyeli rahip Arius, İsa’nın tanrısallığını kabul etmeyince önce piskopos Aleksandros (323), sonra İznik konsili (325) tarafından afaroz edildi.
Aleksandros’un halefi (İskenderiye’de) Aziz Athanasios (328-373), hayatını arius’çularla ve imparatorlarla mücadele etmekle geçirdi; sonunda imparatorlar tarafından diyosez’inden kovuldu. Theodosius, Arius’çuluğa karşı çıkınca (378) Mısır da sükûna kavuş’tu.
Fakat paganlar yenilgiyi kabul etmediler.
II. yy. sonunda Ammonios Sakkas Hırisyanlıktan ayrılarak İskenderiye’de yeni eflatun’cu okulu kurdu; öğrencileri arasında Origenes ve Plotinos da vardı.
Okul, hıristiyan halkın şiddetli tepkisiyle kapanmak zorunda kalıncaya kadar fikrî geleneklerini devam ettirdi. Theodosius, pagan kültü yasakladı ve eski millî din, büyücülüğe doğru gelişmeğe devam etti.
Bizans Mısır’ı (395-G42)
Mısır, arap fethine kadar Doğu Roma imparatorluğunun bir parçasıydı.
Theodosius I’den beri Augustus valisi (eparkhos) denen Mısır valisi, Nil vâdisinde bir Vicarius’un imtiyazlarına sahipti; bu eyaletlteri, başlıca görevleri vergi toplamak ve annona’yı temin etmek olan duks’lar yönetiyordu; öteden beri yabancılar tarafından sömürülen Mısır, artık İstanbul’u besliyordu.
İmparatorların çabalarına rağmen büyük mülkiyet, yükse görevli memurlar lehine gelişti: Apion ailesi papirüslerinden, bu ailenin kendi askerleri, kendi cezaevleri bulunduğu ve topraklarının dokunulmazlığı olduğu anlaşılmıştır.
Mısır, dış siyasette yeni bir önem kazandı.
Bu topraklardan yola çıkan misyonerler habeş Aksum krallığını ve Himyerî’ler ülkesini (Yemen) hıristiyanlaştırdılar.
Bizans, Sasanîlerin Hindistan yolu üzerindeki kontrolundan kurtulabilmek için bu iki halka güveniyordu; ama Mısır.
İmparatorluk merkezinden çok uzak olduğu ve başka birçok yerde istilâ tehlikeleriyle karşılaşıldığı için, uzun süre Kızıldeniz ötesine bir deniz seferi yapılamadı.
Meşhur Khristianite Topographia (Hıristiyan Topografyası) [550’ye doğr.] adlı eserin yazarı Kosmas İndikopleustes («Hindistan yolcusu Kosmas»), adına rağmen Arabistan limanlarından öteye gidemedi.
İskenderiye, önemini Uzakdoğu’dan gelen kervanların ulaştığı Suriye limanlarına kaptırdı.
İmparator ülkeyi sömürmeğe devam ediyorsa da, artık otoritesi paylaşılmıştı. Bizans Mısır’ı, her şeyden önce Hıristiyan Mısır’dır.
Hasımlarının dediği gibi, yeni firavun artık İskenderiye piskoposu İstanbul konsilince (381), sonra öbür doğu piskoposlarından üstün patrik olarak tanınıyor ve başkentin birçok piskoposunu o tayin ediyordu; Doğuda papa unvanını muhafaza eden tek kimseydi.
Mısır piskoposlarını tayin ederdi (100 kadar) ve emrinde kalabalık ve yumuşakbaşlı bir rahip sınıfı bulunurdu. En büyük desteği, Beyaz Manastır piskoposu Şenute’nin kumanda ettiği bağnaz çöl keşişleriydi.
Çok zengindi, gerekli yerlere para dağıtmayı bilirdi, bu sayede de imparatorun memurlarını dilediği gibi oynatırdı.
Ama özellikle, kendilerini sömürmeye devam eden Yunanlılara çok kızan Mısırlıların milliyetçüik duygularını kendi çıkarına kışkırtıyor, Mısır’ın hâkimi olarak rakibi İstanbul’u alt etmek hayaliyle yaşıyor ve imparatorluğun yeni başkentinin piskoposunun gücünden kaygılanan papadan yardım umuyordu.
İskenderiye patriği Theophilos (384-412), İstanbul piskoposu ioannes Khrisostomos’un devrilmesine sebep oldu (404). Theophilos’un vârisi Aziz Kyrillos (412-444), İstanbul piskoposu Nestorios’u sapkınlıkla (Nasturilik) suçlattı: o sırada İsa üstüne kavga en kızgın halini almıştı ve iki taraf birbirlerini pek de iyi anlamadan İsa’nın kişiliği veya özü üstüne tartışıyorlardı.
Patrik Dioskuros (444-451) daha talihsizdi: Eutykhes’in nazariyelerini savundu ve Efes konsilinde Eutykhes’i suçlayan İstanbul patriği Flavios’u devirdi (449); ama mısırlı keşişlerin piskoposları dehşete düşürdüğü «Efes haydutluğu» İskenderiye’nin taleplerinden çekinen papa Leon’u uyardı. Kadıköy (Khalkedon) konsilinde (451) Dioskuros patriklikten alındı.
Mısır bu kararı kabul etmedi ve İstanbul tarafından suçlandığı için büyük bir ateşlilikle monofisizme katıldı.
İstanbul piskoposu ve imparator, Khalkedon maddelerini reddederek monofizitlerle birçok defa barışmaya çalıştılar; ama bu çaba boşa gitti.
Mısır, millî sapkınlığından vaz geçmedi.
Hükümet inanç birliğini vaz geçilmez saydığından, 451 Konsilini izleyen iki yüzyılda birçok ezme hareketi oldu.
457’de İskenderiye halkı ayaklandı ve Khalkedon kararlarını kabul eden patriği öldürdü.
Monofizit gasıp piskopos, İstanbul’daki siyasî kavgalardan yararlandı.
460’tan itibaren iki çeşit patrik oldu; hep halkın tehdidi altında olan melkî patrik (kral patriği, çünkü «imparator» sözü Doğu’da tanınmıyordu); monofizit veya yakubî patrik (yerlilerin çoğu tarafından destekleniyordu).
VI. yy.da monofizitler düşman tarikatlara bölüngülerse de, hepsinin ortak noktası, yakubî patriği, imparatorun gücüne boyun eğmekle suçlamaktı.
Bu hareketli dönem kıptî edebiyatının en büyük dönemidir; ama eserler bol olduğu kadar da düşük değerlidir.
Kıptî sanatı daha orijinaldir: yeraltı mezarlarındaki yazılı kumaşlar, elyazmalarındaki minyatürler; ilk ikonalar.
VII.yy.da Sasanîlerden doğu eyaletlerini (Persler 617-629 arası Mısır’ı işgal ettiler) geri alan imparator Herakleios (610-641), ne pahasına olursa olsun din birliğini sağlamak istedi.
Yahudilere vaftizi, rakip hıristiyan mezheplerine, yeni monotelizm inancını (İsa’da tek istem) kabul ettirmek isteyen fermanları, şiddetli tepkilere yol açtı; Araplar Mısır’ı istilâ ettiği sırada Yunanlılara ve imparatorluğa karşı duyulan kin son haddini bulmuştu.
Arap ve Türk Hakimiyeti Devri
Halife Ömer devrinde Suriye’nin Araplar tarafından fethinden sonra, tahıl deposu olan Mısır’ın alınması zorunluğu ortaya çıktı (639). Amr ibnül Âs Mısır’ın savunmasız kalan doğu sınırından ülkeye girdi.
Bir ay sonra (ocak 640) az bir kuvvetle Pelusion’u aldı.
Sahabeden Zübeyr, 5 000 kişilik bir kuvvetle bunlara katıldı.
Böylece kuvvetlenen Amr, Augustalis Theodoros’un kumandasındaki bizans kuvvetlerini Heliopolis savaşında yendi (temmuz 640), sonra da Babilon’u aldı.
Fakat şehrin kalesi bir süre dayandı.
Orada bulunan dinî lider Kyros, ordugâhtakilerin karşı koymasına rağmen Amr ile görüştü ve tespit edilen teslim şartlarını imparator Herakleios’a onaylatmak üzere, Mısır’dan ayrıldı. Ancak imparator, öne sürülen şartları kabul etmedi ve Kyros’u sürgüne gönderdi.
Fakat bir ay sonra (11 şubat 641) imparator ölünce Babylon kalesi teslim oldu (9 nisan 641).
Böylece Doğu Delta ile Yukarı Mısır’ı (Said) eline geçiren Amr, Nil’i geçti ve ırmağın batı kolunu izleyerek, İskenderiye’ye doğru ilerledi; Nikiu şehrini aldı (13 mayıs 641).
Mukavemetle karşılaşmasına rağmen İskenderiye’nin, deniz kalesi dışındaki kısmını ele geçirdi.
Bu olaydan sonra Mısır’ın geri kalan bölgelerinde arap hâkimiyeti yavaş yavaş yayıldı.
Bu sırada Bizans, kararını değiştirerek Amr’dan teslim şartlarını tekrar sormak üzere Kyros’u Mısır’a gönderdi.
İskenderiye’ye gelen Kyros, Amr ile görüştü. ikisi arasında, İskenderiye’de bulunan greklerin şehri boşaltmaları konusunda bir antlaşma imzalandı.
Halk bu antlaşmaya karşı koymak istediyse de şehir boşaltılarak Araplara teslim edildi, O sıralarda Kyros öldü.
Amr, arkadan gelecek tehlikeyi önlemek için çevredeki Pentapolis’e (Berka) bir sefer yaptı (643) ve Mısır’ın fethini tamamladı.
Babylon önünde kurulan Fustat (eski Kahire), ordugâhın yönetim merkezi oldu.
645’te Manuel bir donanma ile İskenderiye limanına geldi; şehir halkı Bizanslıları iyi karşıladı.
Bu sırada Mısır’dan ayrılmış olan Amr, tekrar dönerek, Bizanslıları buradan uzaklaştırdı.
İskenderiye’yi kesin olarak islâm hâkimiyeti altına aldı (646).
Amr zamanında Mısır’ın doğal sınırı kuzeyde deniz, batıda Libya çölü, doğuda Kızıldeniz ve Arabistan çölüne ulaştı.
O sırada henüz kesin olarak belli olmayan güney sınırı Amr’ın yerine tayin edilen ve halife Osman’ın öldürülmesine kadar bu görevde kalan Abdullah bin Sad’ın (663) düzenlediği bir seferle Bilak ve El-Kasr’a dayandı.
652’de halife Osman zamanında vergi idaresi ile arap askerleri arasında anlaşmazlıklar çıktı ve vali Abdullah bin Sad Mısır’dan çekilmek zorunda kaldı.
Halife Osman öldürüldükten sonra (656) Mısır, halife Ali’nin hâkimiyeti altına girdi (658).
Ali ile yaptığı halifelik mücadelesini kazanan Muaviye, Mısır’a Amr ibnül As’ı gönderererek oraya hâkim oldu.
Halife Abdülmelik zamanında Mekke’de isyan eden Abdullah bin el-Zübeyr bir yıl (683-684) Mısırı elinde tuttuysa da Abdülmelik’in kumandanı Haccac tarafından öldürülerek Mısır tekrar Emevîlere bağlandı.
Emevî döneminin en ünlü Mısır valisi halife Abdülmelik’in kardeşi Abdülaziz bin Mervan’dır. Abdülaziz, Hulvan’da kaldı ve Mısır’ı bağımsızlığa yakın bir şekilde yönetti.
Kendisinden sonra Mısır’ı yönetenlere örnek oldu. Genellikle, vali olarak tayin edilenler Mısır’a iktisadi birtakım çıkarlar sağladılar.
Emevî hanedanı yıkıldığı zaman Mısır’a kaçan son halife Mervan II’nin burada ölümü Mısır’ın yerli Kıptîlerini çok etkiledi. Abbasîler Devrinde ülke 856’ya kadar hemen hepsi arap olan valiler tarafından yönetildi.
Bu tarihte son arap vali ülkeyi bıraktı. Bundan sonra, Mısır’ı, Tolunoğlu Ahmed tarafından ilk türk hanedanı kuruluncaya kadar, «et türkî» künyesini taşıyan türk valiler yönetti.
Mısır’da kurulan ilk müslüman devleti Tolunoğullari devletiydi.
Bu soyun kurucusu olan Tolunoğlu Ahmed 15 eylül 868’de halife tarafından Mısır genel valisi olarak tayin edildi.
O sırada Mısır, Abbasî halifeliğinin önemli bir eyaletiydi.
Daha sonra Tolunoğlu Ahmed, resmen hükümdarlığını ilân etti (880).
Mısır’daki İktisadi gerilemeyi durdurdu; Abbasîlerin ülkeyi malî bakımdan istismar etmesini önledi; çünkü daha önce gelirinin bir kısmı Bağdat’a gidiyor, bir kısmını da valiler kendilerine ayırıyordu.
Tolunoğullarının Mısır’ın İktisadî durumuna elkoymalarıyla durum değişti; toplanan vergi ülkede kaldı; Mısır’ın üretim gücü arttı; halkın refah seviyesi yükseldi; yüzyıllardan beri ilk defa Suriye yeniden Mısır’ın yönetimine geçti.
Mısır’da Samarra ve Bağdat örneklerine göre yeni bir sanat ve medeniyet ortaya çıktı.
Tolunoğlu camii ile Samarra camii arasındaki benzerlik bunu gösterir. Tolunoğlu, ölünceye kadar Mısır’da saltanat sürdü (881).
Suriye, Lübnan, Filistin ve Bingazi’yi ele geçirdi. Oğullarından Ebul Ceyş, babasının yerine geçti; öldürülünceye kadar saltanat sürdü.
895’te Ebul Ceyş’in yerine oğlu Ebul Abbas Ceyş geçti; fakat bir yıl sonra öldü (896). Yerine Ebul Musa Harun (896-905), onun yerine de amcalarından Şeyhan geçti.
Fakat birkaç ay sonra Abbasîler Muhammedül Ihşid’i Mısır’a genel vali göndererek ülkeye tekrar hâkim olmak istediler (905).
Ancak Muhammedül ihşid de çok geçmeden bağımsızlığını ilân etti (934); 941’de Filistin, Suriye ve Lübnan’ı, 942’de Hicaz’ı ele geçirdi. Coğrafî durumundan yararlanarak Mısır’ı Abbasî halifeliğinden ayırdı, lhşidîler, Mısır’ın İktisadî durumunu geliştiren tedbirler aldılar; Mısır’ı Yakındoğu’nun merkezi haline getirdiler.
Muhammedül ihşid ölünce (946), yerine oğlu Ebul Hasan Ali (960-966) geçti.
Sonra Ali’nin oğlu Ebul Fevaris Ahmed (966-969) hükümdar oldu.
Bunun ilk 2 yılı hadımağalarından Kâfur’un diktatörce yönetimi altında geçti.
Bunun sonucu olarak 969’da Kuzey Afrika’dan gelen şiî Fatımîler Mısır’a girdiler ve Ihşid oğullarını kovdular.
Böylece mısır’da şiî Fatımîlerin halifeliği başladı.
Fatımîler zamanında Mısır, iktisat ve medeniyet bakımından büyük bir gelişme gösterdi.
Fatımîlerin nüfuz ve iktidarı askerî darbelere imkân bırakmadı, fakat zamanla Abbasîler gibi onlar da zayıfladılar.
Fatımîler zamanının siyasî meseleleri önceki dönemlerden farklıydı.
Bununla birlikte Suriye meseleleri çözümlenmemişti; fakat bu ülkeyi elde etmek için artık kuvvetli bir halife devletine değil, Büveyhîler ve Selçuklulara kargı savaşmak zorunluluğu vardı, özellikle hutbeyi kendi adlarına okutmak meselesinden dolayı, Abbasîler ile Fatımîler arasında birçok çekişme oldu.
Hicaz’a hâkim olan Havaşim (Haşimîler), bazen birinci, bazen de ikinci (hanedan adına hutbe okuttu. Fatımîler, Mısır Salâhaddin Eyyu’bî tarafından alınıncaya kadar hâkimiyetlerini korudular.
Muizz’den Mustansır’a kadar, Mısır’ın yaşadığı bu refah çağını ve sonra İktisadî ve siyasî çöküşünü, şiî Nâsır Hüsrev, Sefername adlı eserinde yazar. O çağda islam dünyasında hîç bir ülke Mısır kadar gelişmedi.
Selçukluların büyük fetihlerinden ve kısa bir süre sonra da Mısır’ı Haçlıların saldırılarına karşı savunmak zorunda kaldılar. Mustansır zamanında Mısır’da kıtlık sebebiyle isyanlar çıktı.
Bunun sonucunda fatımî saltanatı çökmeye başladı.
Büyük emirlerden Bedrül Cemalî ve oğlu El-Afzal bu çöküşü ancak kısa bir süre durdurabildi.
Bu arada askerî yönetim Mısır’ı harap etti, haçlı saldırıları da Fatımîleri güçsüz bıraktı.
Bu durumdan yararlanan Salâhaddin Eyyubî, Halep atabeki Nureddin Mahmud’un emriyle Mısır’a gelerek yönetimi ele aldı.
Durumu düzeltti; Fatımîlerin başaramadığı güç işler, Salâhaddin ve onun yerine geçenler tarafından yapıldı.
Suriye, uzun bir süre için, yeniden Mısır ile birleştirildi.
Salâhaddin ve Eyyubîler Mısır Büyük Selçuklu devletinin medeniyetini getirdiler; sanatta, teknikte, siyasî ve dinî hayatta yeni bir dönem başladı; devletin esas kuvveti türk, oğuz ve türkmen topluluklarına dayanıyordu ve bunlara geniş tımarlar verildi.
Eyyubîler, kendi malarındaki çekişmeler yüzünden bir birlik kuramadılar.
Birçok melikliğe ayrıldılar. Meliklerin arasındaki kardeş kavgaları, onları askerî kumandanların hükmü altında bıraktı. Kâmil’in, sonra Necmeddin Eyyub’un çabaları sonuç vermedi.
Nil üzerinde Ravza adasındaki kışlalarda yetişen memlûk topluluklarından Bahriye Memlûkları, sonra da Burciye Memlûkları Mısır’ın kaderine hâkim oldular.
Büyük memlûk sultanı Baybars zamanında Memlûklar moğol istilâsına karşı koydular; haçlılar kesin olarak (püskürtüldü.
Altınordu devletiyle Mısır’ı tehdit eden İlhanlılara karşı bir cephe meydana getirildi.
Nübye alınarak Sudan geliştirildi. Bizans ve bazı avrupa devletleri de kuvvetli Mısır sultanlarının dostluğunu kazanmaya çalıştılar.
Sürekli savaşların fazla paraya ihtiyaç duyurduğu zamanlarda bile Kahire “de büyük imar hareketi oldu.
Bugün Kahire’de görülen büyük binaların hemen hepsi Memlûkların eseridir.
İşlerin yürütülmesi için (gerekli olan parayı ancak Baybars, Kalavun, Nâsır, Berkuk, Kayıtbay gibi büyük hükümdarlar sağlayabildiler.
Kayıtbay zamanında başlayan osmanlı – memlûk ilişkileri, Fatih ve Bayezid II hükümdarlıkları sırasında Osmanlılar lehine gelişti.
Hicaz suyolları ve Dulkadıroğullarının çıkardığı önemli meseleler Osmanlıların Mısır ile ilgilenmesine yol açtı; Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i yendikten sonra Mısır üstüne yürümek istedi.
Bu sırada Portekizliler, hindistan ticaretini Ümit burnu yoluna çevirdiklerinden, Mısır’ın bir transit merkezi olarak önemi azaldı. Yavuz Sultan Selim, Mercidabık savaşında memlûk hükümdarı Kansu Gavri’yi yendi (1516).
Halep ve Şam’ı aldı ve son memlûk sultanı Tumanbay’ı Reydaniye’de yenerek (23 ocak 1517).
Kalhire’yi işgal ettli. Tumanbay’ın ölümüyle de Mısır’daki: memlûk hâkimiyeti ortadan kalktı ve Mısır’da Osmanlı devri başladı.
Yavuz Sultan Selim, Mısır eyaletini önce Yunus Paşaya, sonra Hayırbay’a verdi. Kahire kalesine 5 000 memlûk süvarisi ve 500 piyadelik bir muhafız kuvveti yerleştirdi. Dört kadıyı makamlarında bıraktı.
Memlûk beylerinden Osmanlı devletine bağlananlara dokunmadı. Onların ve halkın gelirlerine, vakıflarına, cami, medrese ve öteki hayır eserlerine dokunulmamasını emretti.
Fakat osmanlı kanunlarını yürürlüğe koyması bazı ayrılıkların çıkmasına ve halkın (hoşnutsuzluğuna sebep oldu.
Kanunî Sultan Süleyman, sadrazam Pîrî Mehmed Paşanın yerine İbrahim Ağayı (Paşa) sadarete tayin edince, ikinci vezir Ahmed Paşa (Hain Ahmed Paşa) gücenerek, Mısır eyaletini istedi.
Oraya gittikten bir süre sonra isyan etti.
Halkın hoşnutsuzluğundan yararlanarak Memlûk devletini yeniden kurmak için ayaklandı fakat muhafız beylerinden Mahmud Bey bu isyanı bastırdı ve yakaladığı Ahmed Paşayı idam ettirdi.
Hayırbay’ın. ölümünden beri düzene konulmayan Mısır meselesini sadrazam İbrahim Paşa üstüne aldı.
Mısır’da durumu düzeltmek için 3 ay kaldı.
Memlûk beylerini ortadan «kaldırdı; bağlılık gösterenlere iyi davrandı, eski memlûk âdetlerime uygun kanunnameleri geçerli saydı.
Daha sonra İbrahim Paşanın Mısır beylerbeyliğine tayin ettiği Hadım Süleyman Pasa 11 yıl bu görevde kaldı, iki cami ve birçok hayır kurumu yaptırdı.
Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle, Süveyş’te bir donanma meydana getirdi.
Selman Reisin verdiği lâyihadan yararlanarak 72 gemilik bu donanma ile Aden’i ele geçirdi; Hint okyanusunu geçerek Diu kalesini kuşattı; Portekizlilere karşı savaştı (1538-1539).
Daha sonra Mısır valiliğine getirilen Koca Sinan Paşa Yemen’de isyan eden imam Mutahhar’a karşı sefere gitti.
Sinan Paşa, osmanlı hâkimiyetini Mısır’da tam olarak yerleştirdi (1568).
XVI. yy.ın sonlarında ve XVII. yy.da Mısır’da birbirini takip eden isyanlar çıktı.
1596-1598’de Mısır beylerbeyliğinde bulunan Seyyid Mehmed Paşa, şeyh Mukla’yı idam ettirdi.
Mehmed Paşanın yerine gönderilen Hacı İbrahim Paşa zorbalar tarafından öldürüldü.
Çürcü Mehmed Paşanın sağladığı düzen, Hasan Paşa zamanında tekrar bozuldu.
Bu beylerbeyi zamanında zorbalar halktan tulba adı altında bir vergi topluyor ve bu, halkı büyük bir sıkıntıya sokuyordu.
Silâhtar Mehmed Paşanın beylerbeyliği devrinde Osmanlı hükümeti tulba’nın kaldırılmasını ve tulba isteyenlerin öldürülmesini emrederek halkı bundan kurtardı.
Mehmed Paşa Mısır’da memlûk beylerini ortadan kaldıramadığı için, bu çeşit zorbalıklar hiç bir zaman durmadı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa zamanına kadar devam etti.
XVII.yy.ın sonlarında Mısır’a hâkim olarak hâzinenin gümrük resmini alan yeniçeriler ile Çelebi İsmail Paşa uğraştı ve onları zararsız hale getirdi.
Bundan sonra Mısır, Ahmed ve Ali Ağaların hakimiyeti altına girdi; bir süıe Kölemenlerden İsmail Bey Mısır’a hâkim oldu.
Ölümünden sonra beylerbeyi Ali Paşa osmanlı hâkimiyetini tekrar sağladı. Ancak kısa bir süre sonra yine yeniçeri baskısı başladı.
Emîrül Hac İsmail Bey vali Receb Paşayı uzaklaştırdı ve Mısır’ın bütün yönetimini eline aldı.
Rakibi Çerkez Mehmed Bey ile mücadele etmek zorunda kalan İsmail Bey, eski sadrazamlardan olan beylerbeyi Mehmed Paşa tarafından ortadan kaldırıldı (1722).
Bundan sonra Mısır’a yeniçeri kethüdalarından Osman Kâhya ve sonra da İbrahim Kâhya (1741-1742) hâkim oldular.
Beylerbeylerin nüfuzunu azaltmakla birlikte Mısır’ın güvenliği ve İktisadî durumu düzeldi.
Koca Ragıb Paşa, Mısır valisiyken Kölemenleri denetimi altına almak istedi; fakat başarı gösteremedi.
Bundan sonra Mısır yine kanşık bir devreye girdi.
Bu sırada memlûk beylerinin en kudretlilerinden Bulutkapan Ali Bey (öl. 1773) Mısır’da bir memlûk devleti kurmak istedi ve 1770 Çeşme baskınından beri Akdeniz’de bulunan rus donanması kumandana Aleksey Orlov’u yardıma çağırdı.
İngilizler de onu desteklediler. Fakat Osmanlılar Ebuz Zeheb Muhammed Beyin tarafını tutarak onun teşebbüsünü önlediler.
Bunun üzerine, Memlûklar Ebu Zehep Muhammed’in köleleriyle (Muhammediye) Ali Beyin kelelerinden (Alaviye) iki ayrı topluluk kurdular. Hâkimiyet Muhammediyelere geçti.
Bu gruptan İbrahim Beyin karşısında bulunan Alaviyenin lideri ismail Bey, şeybülbeled oldu; fakat, hiç bir işe karışmadı. Ancak kendisine kötü davranılması yüzünden Muhammediyelere karşı cephe aldı ve onları yendi.
Kendisine vali İzzet Mehmed Paşa tarafından şeyhülbeledlik hilâtı giydirildi.
Bu devirde Yukarı Mısır, kölemenlerden İbrahim ve Murad Beylerin, Aşağı Mısır ise ismail Beyin nüfuzu altındaydı, hâkim olanlar erzak taşınmasına engel olduklarından aşağı mısır halkı kıtlık ve sefalet çekti.
İsmail Bey gerekli giderlerini karşılamak için ağır vergiler almaya başladı ve durumu düzeltmek için Muhammediye’yi ortadan kaldırmaya karar verdi, fakat başaramayınca Suriye’ye çekildi.
Bunun üzerine İbrahim Bey tekrar şeyhülbeled oldu fakat mısır halkı memlûk beylerinin tutumlarını beğenmeyerek şikâyete başladı.
Bunun üstüne Babrâli, Mısır’daki zorbaları ortadan kaldırmak göreviyle kaptanıderya Cezayirli Gazi Hasan Paşayı Mısır’a gönderdi (9 haziran 1786). Rakka valisi Abdullah Paşa da yardım etmek üzere karadan hareket etti.
Cezayirli Gazi Hasan Paşa halka Mısır’da zulmün kaldırılacağını ve eski âdil yönetimin tekrar kurulacağını bildirdi.
Bunun üzerine halk kölemen beylerinden tamamen yüz çevirerek hükümet tarafını tuttu.
Durumun aleyhlerine döndüğünü gören kölemen beylerinden Murad ve İbrahim Beyler, Reşid’de karadan gelecek olan osmanlı kuvvetlerin