Osmanlıda Köylüler
Osmanlıda Köylüler, Sahib i arz’ın dirliğini (hasılat) sağlayan büyük sınıfı teşkil ediyordu. Köylü (veya reaya), araziyi ekip biçme (tasarruf) hakkını, bir tapu senediyle, defterine kaydolduğu sahibi arz’dan veya sipahi’den alır.
Osmanlıda Köylü Sınıfı
Buna karşılık da ona (hububattan alınan öşür ve salariye, avarızı divaniye, nüzul ve sürvat gibi adlar altında) çeşitli vergiler öderdi.
Gerçekte yapılan, zımni bir kira sözleşmesiydi: zira köylü, bir çiftçi ailesini geçindirebilecek büyüklükte olan ve rakabe’si (kuru veya çıplak mülkiyet) devlete ait bulunan toprağı, tapu resmi adı altında peşin bir kira bedeli (icare-i muacele) ödeyerek kiralıyordu.
Köylü bu kira sözleşmesine uymazsa, toprağı elinden alınırdı. İstediği zaman yerini ve işini değiştiremezdi. Bölgenin özelliklerine göre belirlenmiş olan tarım konusunu ve usulünü de sürdürmek zorundaydı.
Toprağa yerleşme, iskan ve fütuhat siyasetlerinin gereği olan bu şartlara uymak mecburiyetine rağmen, Türk köylüsünün, vergi veren ve reaya adı verilen çoğunluğu, avrupa köylüsünün yüzyıllarca kurtulamadığı serflik ve kölelik durumunda değildi.
Önemli bir husus, tarım topraklarının bütünlüğünü ve tarım çalışmalarının sürekliliğini sağlamak için alınmış tedbirlerdi: reayanın işlediği toprak üstündeki hakkının çocuklarına (füruuna) geçmesi de sözleşmenin zorunlu şartlarından biri sayılıyordu.
Nitekim Silistre kanunnamesinde (1530) yer alan «Ve râiyet oğlu râiyettir» fıkrası, köylü çocuklarının aynı toprakta babalarının işini sürdüreceklerini belirten bir hüküm sayılır (benzer hükümlere 1517 tarihli Biga livası ve 1528 tarihli Bolu livası kanunnamelerinde de rastlanır).
Bir görüşe göre, Osmanlı devletinde yerleşme ve iskan gayretlerinin sonucu olan ve tarım faaliyetine bütünlük ve süreklilik sağlayan bu hükümler, bir başka görüşün sahiplerince «köylünün piyasa ekonomisine yönelmesini önlemek için devletçe alınmış» bir tedbirin ifadesidir; yine bu sonuncu görüşün sahiplerince, devlet böylelikle, vergi gelirlerinde süreklilik ve değişmezlik sağlama amacını güdüyordu.
Ne var ki, kısıtlayıcı görülen bu kayıtlara rağmen uygulamada reayadan pek çoğu sipahi beyliği durumuna yükseldi.
Buna karşılık ortakçılar (veya ortakçı kullar) adı verilen köylülerin durumu, reayaya oranla önemli ayrılık gösterir: bunlar resmen serbest bırakılmadıkça bir çeşit köle durumundaydılar.
Osmanlı devleti duraklama ve gerileme dönemlerine girdikten sonra, devlet gelirlerinde büyük ölçüde azalma olması, ayrıca ülke içinde ticaretin gelişmesi, XVI. yy.ın ikinci yarısında kapalı köy ekonomisinde önemli değişikliklere yolaçtı.
Faizcilik ve tefecilik ticari işlemlerle birlikte arttı, yatırımlar tarım alanına yöneldi ve toprakta da bir temerküz (büyük çiftliklerin kurulması) başladı.Böylelikle köylü, büyük çiftlik sahiplerinin yanında ırgat gibi çalışmak zorunda kaldı; ayrıca topraksız köylünün mahsulünü daha tarladayken ve ucuza kapatma usulü de o zaman uygulanmağa başlandı.
XIX.yy.da köylünün bu durumunu düzeltmek içn Midhat Paşanın önderliğinde, köylüye ucuz kredi veren kredi sandıkları (Emniyet sandığı) kurulmasına çalışıldı. Bu arada çıkarılan Arazi kanunnamesi ile (1858) toprak düzenine yeni bir şekil verme çabasına girişildi.
Ancak iltizam usulü adı verilen bu düzenle de, köylünün durumunu düzeltmek mümkün olmadı.Cumhuriyet’ten sonra köylünün meseleleriyle yakından ilgilenildi.
Ziraat bankasının aracılığıyle, köylünün tarımsal faaliyetini rahatça sürdürmesi imkanları arttırıldı, ikinci Dünya savaşından sonra kabul edilen (4753 sayılı ve 11 haziran 1945 tarihli) Çiftçiyi Topraklandırma kanunu ile köylüye toprak verilmesine başlandı.
Ama uygulamadan ciddi ve yaygın bir sonuç alınamadı. Çok partili devre hemen de, bir toprak reformu tasarısı üstünde açılan tartışmalarla başladı.
1950’den sonra köye ve köylüye dönük bir tutum benimsendi: tarım kredilerinin çoğalması, yüksek taban fiyatı uygulamasıyle tarım ürünlerinin değerlendirilmesi, tarım araç ve gereçleri temininde köylüye önemli kolaylıklar sağlanması, ilk defa köylere kadar uzanan altyapı çalışmaları v.b.
Bir planlamaya dayanmayan bu çalışmalardan da yeterli sonuç alınamadı; toprak bütünlüğü ve tarım birimi alanlarında verimi düşüren gelişmeler, köy nüfusunun düzensiz olarak merkezlere akışı,köyde kalanların yoksulluğu önlenemedi.
Türk köylüsü, gelişmiş ülkelerdekilere oranla yine çok düşük bir İktisadî, sosyal ve kültürel seviyede kaldı.
Bir çözüm yolu olarak öne sürülen «toprak reformu» teklifleri 1960-1971 devresi iktidarlarınca ele alınmadı.