Osmanlı da çok kültürlü toplum yapısı, Osmanlı Toplum Yapısı Kaça Ayrılır?, Osmanlı’da sivil toplum kuruluşları, Osmanlıda Esnaf ve Zanaatkarlar, Osmanlıda Gayri Müslimler ,Osmanlı’da Toplum Yapısı Osmanlı devleti, din kurallarına dayanan bir yönetim düzenine sahip olduğu için, sosyal kurumlan da böyle bir anlayış içinde işliyordu.
Osmanlı Toplum Yapısı Kaça Ayrılır
Gerek din, gerek soy bakımından osmanlı toplumu iki ana kısma ayrılırdı:
a) Asya’dan gelen, zamanla Osmanlı devleti sınırları içindeki topraklan fetheden müslümanlar;
b) yerli ve ülkenin fatihlerine bağlı reaya veya «gayri müslim» diye anılan halk.
Bunlar arasında gelenek, görenek, inanç ve yaşayış aynlıklan vardı.
Devlet düzeninde hâkim ilke din olduğundan, halkın da buna bağlı yaşama kurallarına uyması gerekiyordu.
XI. yy. ortalarından sonra Anadolu’ya yerleşmeye başlayan müslüman Türkler, zamanla hıristiyan ve İbranî dinine bağlı milletlerin sınırlarına kadar hâkimiyet alanlannı genişlettiler.
Yeni ele geçirilen ülkelerin halkı arasında müslüman olanlarla olmayanların ayrı ayrı gelenekleri sürdürmesi bölünmelere yol açtı.
Selçuklular zamanında, geleneklere dayanan bir yönetimin uygulanması sonucu, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiler birer komşuluk bağlantısı olarak kaldı.
Selçukluların yıkılışı, Anadolu’da yer yer kurulan beyliklerin genişlemesi, bu iki halk topluluğu arasında dinden çok siyasî amaçlara dayanan yakınlaşmaları, anlaşmaları gerekli kıldı.
Bu yüzden, müslüman toplulukların en yakın komşusu olan hıristiyan Bizans ile yeni ilişkiler kuruldu.
Bu siyasî ilişkiler dolayısıyla Osmanlı devleti, kendinden önce gelen, zamanla topraklarını ele geçirdiği Selçukluların geleneğini sürdürdü; müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin siyasî amaçlar taşıyanlar dışında kalanlarına dokunmadı.
Osmanlı devleti, din kurallarına dayanan bir yönetim düzenine sahip olduğu için, sosyal kurumlan da böyle bir anlayış içinde işliyordu.
Osmanlıda Türk ve Müslüman Halk
Türk ve müslüman halk topluluğu önce şehirli ve köylü diye iki büyük sınıfa ayrılıyordu.
Şehirde yaşayan halk da kendi arasında sınıflanıyordu.
İlmiye, seyfiye, kalemiye ve mülkiye diye adlandırılan zümrelerin karşısında esnaf ve ahali vardı.
Okumuşlar medreselerde, değişik devlet dairelerinde görev alırlardı.
Bu sınıflanmalara rağmen devlet dairelerinde (mülkiye), saray ye ordu hizmetlerinde (seyfiye) görev almak belli bir zümrenin tekelinde değildi.
Daha çok iş alanındaki başarı ve yeteneğe dayanıyordu.
Bu yüzden, üstün kabiliyetleri sayesinde, okuma yazma bilmeyenlerden paşalığa yükselenler bile vardı.
Ancak, kazaskerden en küçük medrese müderrisliğine kadar dağılan bütün görevlerde ilmiye sınıfına mensup olanların belli aşamalarından geçme ve belli bir öğrenim görme şartı vardı.
Öğrenim görme, medresede okuma da bir sınıfın tekelinde değildi.
Şehre gelerek medresede okuma imkânı bulan her müslüman genç yurttaş bu durumdan yararlanabiliyordu.
Yönetici sınıf daha çok şehirde yaşayanlar arasından yetişirdi.
En büyük devlet mevkiinden, en küçük İdarî basamağa kadar her görevli merkezden çevreye doğru yayılıcı bir düzen içindeydi.
Şehirde yaşayan ve devlet dairelerinde görev almayan büyük kalabalık daha çok ticaretle, zanaatla geçinirdi.
Bunlar da kendi aralarında birtakım özel kuruluşlara bağlıydı.
Satıcıdan yapımcıya kadar bütün esnaf kuruluşlarının ayn ve özel birlikleri vardı.
Bu birlikler, Osmanlı devletinin kuruluşundan önce, Selçuklular zamanından kalma bir geleneğe dayanıyordu.
Bütün bu esnaf kuruluşlarınına kaynağı, karşılıklı dayanışmaya göre düzenlenen fütüvvetti.
Yönetici topluluk da kendi içinde sınıflara bölünmüştü.
Bunların başında saray ve çevresi gelirdi.
Saray halkına, yüksek sınıf olması dolayısıyla havas adı verilirdi.
Ondan sonra değişik aşamalarda bulunan görevliler ve askerler sınıfı gelirdi.
Bu yönetici ve ötekilere oranla seçkin sınıf daha çok başkent ve çevresinde yaşardı.
Bursa, Erzurum, Edirne gibi illerde de bu seçkin sınıfa yakın nitelikler taşıyan yönetici kadrolar vardı.
Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu daha çok tarım, hayvancılık ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı.
Osmanlı devleti nüfusunun büyük çoğunluğu bu sınıfta toplanıyordu.
Bu sınıf da kasabadan başkente kadar değişik aşamadaki yönetim bölgelerine (kaza, vilayet, eyalet gibi) bağlıydı; müslüman ve reaya diye adlandırılan iki ayrı topluluktan kuruluydu.
Müslüman halk, devletin islâm dini ilkelerine dayanan genel kurallarına göre yönetilir, asker olur, yetenekli olanları ise daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi.
Osmanlıda Esnaf ve Zanaatkarlar
Köylerde yaşayan bu halk topluluğundan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler, çokluk şehirlere iner, yeteneklerinin elverişli olduğu işlere girerlerdi.
Toplumun yapısı, geçim kurallarının dummu gereğince köylerde yaşayan sınıflardan çıkan zanaat sahipleri kasaba ve şehirlere yerleşirlerdi.
Köy ve küçük kasabalarda yaşayan halk toplulukları, Osmanlı devletinin üretici sınıfı durumundaydı.
Şehir esnafı dışında kalan ilmiye ve yönetici sınıftan olanlar ise daha çok tüketici bir topluluktu.
Osmanlı devlet düzeninde yer alan bütün sınıfları geçindiren, onların yiyecek, yakacak ihtiyaçlarını sağlayan bu üretici köylü sınıfıydı.
Osmanlıda Gayri Müslimler
Genellikle hıristiyan ve yahudi topluluklarından meydana geliyordu.
Hıristiyan topluluk da biri Roma kilisesine bağlı katolik, diğeri Bizans kilisesine bağlı ortodoks olmak üzere gene iki kısma ayrılıyordu.
Gayri müslim toplulukların hepsine reaya adı veriliyordu.
Sonraları ekalliyet de (azınlık) denen bu sınıfların devlet düzeni içinde biri din, öteki genel siyaset bakımından olmak üzere iki ayrı dummu vardı.
Reaya (ekalliyet) adı altında toplanan değişik dinlere bağlı halk toplulukları başlangıçtan beri inançlarında bağımsızdı.
Selçuklular ile, onlardan sonra kumlan Anadolu beyliklerinin geleneklerine ve Kur’an’ın bazı hükümlerine dayanarak gayri müslimlere tanınan bu hak Osmanlı devleti zamanında da sürdürüldü.
Gayri müslimlere genellikle ibadet, öğretim, eğitim, evlenme, aileler arası ve aile içi ilişkiler, boşanma, ibadethanelerin bakımı, yetimhaneler, iane toplama, Osmanlı devleti sınırları dışında kalan kiliselerle din konularını ilgilendiren ilişkiler, hıristiyan hacılarının Kudüs’e serbestçe gidip gelmeleri, kilise, manastır ve havraların yönetimi gibi konularda serbestlik tanınmıştı.
Devlet, yönetici kuruluş olarak bunlara karışmıyordu, özellikle Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’un alınışından sonra çıkardığı bir kanunname ile Osmanlı devleti sınırları içinde bulunan bütün gayri müslimlere dinî işlerinde geniş haklar tanındı.
Gerek Fener kilisesi, gerek Yahudi havrası bütün din, âyin, gelenek ve inanç işlerinde serbest bırakıldı.
Ayrı mezheplere bağlı kiliseler arasındaki ilişkilere, hiç bir zaman karışılmadı.
Bu durum Tanzimata kadar «Kanunu Kadim» denen Fatih kanunnamesinin hükümlerine göre sürdürüldü.
Gayri müslimlerin ellerinde bulunan topraklardan kilise vakıflarına pek dokunulmazdı.
Ancak, reayanın arazisinden bir bölümü cizye denen vergi karşılığı sahiplerinin elinde bırakılır, geri kalanı mirî malı sayılarak devletleştirilirdi.
Devletleştirilen gayri müslim toprakları daha çok asker ihtiyacını karşılamak için kullanılırdı.
Bundan başka, fetihle elde edilen bazı topraklar cami, imaret gibi hayır kurumlarına vakfedilirdi.
Osmanlı devleti sınırları içinde kalan gayri müslim ibadethanelerine bağlı topraklara, özellikle mabet vakıflarına, hıristiyanların, yahudilerin hayır kuramlarına dokunulmazdı.
Fetihlerde bazı kiliselerin camiye çevrilmesi bir gelenekti, fakat bu gayri müslimler için, ibadetin, mabet yapmanın yasaklanması anlamına gelmiyordu ve gayri müslimler mabet, okul, yetimhane, manastır, hastahane, yoksullar için bakımevleri niteliğinde hayır kurumlan yapmakta serbesttiler.
Gayri müslimler, islâm dinini kabul etmedikçe Osmanlı devletinin dinî teşkilâtında (müdenis, kadı, kayyum, imam, müezzin v.b. daha çok islâm dininin koyduğu kurallara dayanan mesleklerde) görev alamazlardı.
Ancak, savaşlarda küçük yaştaki reaya çocuklarına devlet tarafından el konur bunlar özel bir eğitim ve öğretim görür, İslâm dini ilkelerine göre yetiştirilir, müslüman yapılır, Yeniçeri ocağına alınarak sürekli asker olurlardı.
Reayanın, kendi aralarındaki din ve inançlara dayanan anlaşmazlıklarının çözüm yeri kiliseydi.
Devlet, islâm dini kurallarına göre düzenlendiği için, bunlara karışmazdı.
Osmanlı devleti içinde, gayri müslimlerin devlet içinde devlet gibi, özel bir durumları vardı. Ancak, bu durum siyasî değildi.
Siyasî bakımdan bütün gayri müslim toplulukları devletin genel düzenine, yasalarına bağlıydı, hiç bir topluluk din ve inançlarına dayanarak devletin genel siyaseti dışına çıkamaz, devletler arası işlerde hak ve yetki ileri süremezdi.
Kiliselerin siyasî görevleri, devletin dünya görüşüne aykırı tutumları olamazdı.
Reaya sınıfı, din ve inanç konulan dışında, genel mesleklerde de bağımsızdı.
Hekimlik, zanaat, ticaret, tercümanlık, matbaacılık, kitapçılık gibi daha çok serbest meslek türünden sayılan işlerde istediği seçimi yapabilirdi.
Bunların dışında yönetimi, denetimi, mâliyesi kilise veya ona bağlı kurumların içinde bulunan kuruluşlarda, özellikle ekalliyet okullarında görev alabilirlerdi.
Osmanlı devleti sınırlan içindeki bütün öğretim kuramları (müslümanlarla ilgili olanlar) İslâmlığa dayandığı için, gayri müslimler de kendi inançlarına göre öğretim yapar, görevlileri kendileri seçerlerdi.
Devlet, kiliseye bağlı öğretim kuramlarının içişlerine karışmaz, oralarda görev alanların tayinleri ve görevden uzaklaştırılmalarıyla, dinî meclis seçimleriyle ilgilenmez, patrik, papaz, despot, başpiskopos, Sen Sinod meclisi üyesi, haham gibi görevlilerin seçimi ve tayiniyle de uğraşmazdı.
Gayri müslimler arasından, padişah, sadrazam ve başka devlet büyükleri tarafından uygun görülenler gerektiğinde bazı görevlere getirilirdi.
Bu görevler arasında elçilik, tercümanlık, hekimlik başta gelirdi.
Reaya ile müslümanlar arasında çıkan anlaşmazlıkların çözüm yeri çok defa, başlangıçta subaşılık, daha sonra kadılık makamıydı.
Bu makamlar, tarafları dinler, hükümlerini, bağlı bulundukları din kurallarına değil de genel adalet ilkelerine göre verirlerdi.
Haklı ile haksızın ayrılmasında dine, inanca dayanılarak hareket edilmezdi.
Subaşı veya kadıya götürülen dava iki gayri müslim arasında geçen bir anlaşmazlık yüzünden doğuyor, bu anlaşmazlık da dinle ilgili bir konuya dayanmıyorsa, gene devlet düzeni içinde geçerli olan genel hukuk ilkelerine göre çözümlenirdi.
Reayanın din ve inançlarıyla ilgili anlaşmazlıklarının çözüm yeri kilise veya havralardı.
Reaya tarafından işlenen hırsızlık, yol kesme, soygun, adam öldürme, devlet malına zarar verme, islâm dinine karşı suç niteliğinde hareketler, devlet tarafından yasaklanan bir eylemin yapılması, genel yasaklara uymama, casusluk ve benzeri suçların cezası devletin yetkili kıldığı görevliler tarafından verilirdi.
Bu gibi cezaların verilmesinde çok defa hanefî fıkhına göre hareket edilirdi.
Reaya, en küçüğünden en büyüğüne kadar, dinî ve İktisadî kurumlarının bütünüyle padişaha karşı sorumluydu.
Havra veya kilise gibi din kurumlarının en yüksek görevlileri bile padişahm emrine bağlıydı.
Osmanlı devleti sınırları içinde bulunan bütün gayri müslimler üstünde padişahın geniş hâkimiyeti vardı.
Osmanlı devletinde yürürlükte olan hukuk düzenine göre, din kurumları ve ibadethaneler her türlü saldırı karşısında dokunulmazlığa sahipti.
Yabancı devletler, kendi dinlerinden olan osmanlı reayasına herhangi bir sebeple karışamaz, hükümranlık haklarına dokunamazdı.
Aynı mezhepten olan kiliselerin, Osmanlı devleti sınırları dışında kalanlarla ilişkileri din ve inanç çizgisinin ötesine geçemezdi.
Fatih Sultan Mehmed tarafından çıkarılan «Kanunnamei Âli Osman» hükümleriyle reayaya tanınan bütün haklar, sonraki yüzyıllarda da olduğu gibi uygulandı.
Kanunî Sultan Süleyman’ın çıkardığı «Kanunname»de de bu konuda önemli bir değişiklik yapılmadı.
Genel hükümler içinde, özellikle din ve inanç konularında, eşitlik ilkesine kesinlikle saygı gösterildi.
Reaya «Kanunu Kadim» ile kazandığı haklarnı korudu.
İlim alanında, gayri müslimler tarafından yapılan çalışmalar, araştırmalar sürdürüldü: hıristiyan diniyle ilgili eserler yazıldı, özellikle İstanbul’da açılan Hıristiyan llâhiyat fakültesi yeni eflatun’cu felsefe görüşlerine dayanan incelemelerin merkezi durumuna geldi, İstanbul’un alınışından sonra Roma’ya giden bazı bizanslı bilginlerin bir süre sonra geri döndüğü görüldü.
Trabzonlu gayri müslim bilgin Gorgios Amirutzes (Fatih zamanında) coğrafya konusunda önemli çalışmalar yaptı.
Osmanlı devleti sınırları içinde bulunan rum, ermeni, yahudi, gürcü, sırp, bulgar, macar, rumen gibi değişik soydan reayanın kendi dilleriyle öğrenim yapan okulları, kiliseleri, manastırları vardı.
Bunlar askere alınmaz, resmî görevlere getirilmezdi.
Ancak, sınır boylarında martolos denen bazı hıristiyan görevliler bulundurulurdu.
Yeni alınan bir ülkenin iç islerine pek karışılmaz, yalnız siyasî ve idari kurumların başına müslüman görevliler getirilirdi.
Reaya arasından islâm dinini kabul edenler içinde büyük devlet mevkilerine yükselenler, vali, paşa, sadrazam, vezir, hekimbaşı, son zamanlarda nazır olanlar çoktu.
Matbaanın açılışından (1729) sonra reayadan birçok kimsenin geniş bir tercüme ve yazı çalışmasına başladıkları görülür.
XVIII. yy. ortalarında ve Selim III zamanında girişilen yenileşme hareketlerinde, Avrupa’dan getirtilen yabancı teknisyen ve uzmanların yanında birçok gayri müslim de yer aldı, özellikle teknik alanda, tıp, kimya, astronomi ve matematik gibi müspet ilimler konusunda reayadan yetişen aydınların önemli çalışmaları oldu.
Mahmud II’nin tahta çıkışından sonra Avrupa ile kurulan ilişkilerde özellikle gayri müslimler önemli çalışmalar yaptılar.
Tanzimatın ilânından sonra reayaya müslümanlarla eşit haklar tanındı.
Din işlerinin dışında, hukukî ve siyasî birçok alanda da yeni imtiyazlar sağladılar ve Tanzimat fermanıyla malî, adlî, hukukî, sosyal ve kültürel haklar elde ettiler.
Yeni açılan mekteplerde onlara da, uzman oldukları bilim alanlarına göre, görevle yetkiler verildi.
Fener kilisesine, yahudi havralarına, ekalliyet mekteplerine, Fatih kanunnamesindekilerden daha çok imkân tanındı; bu haklara dayanan azınlıklar tarafından bazı illerde (özellikle İstanbul ve İzmir) yabancı dilde öğretim yapan azınlık okulları açıldı.
Osmanlıda Esnaflar
Esnaf Osmanlı devletinde, özellikle şehir ve kasaba merkezlerinde yaşayan bütün esnaf belli kuruluşlara bağlıydı. XIII. yy.da «fütüvvet» adını alan bu kuruluşlar zamanla hem çoğaldı hem de değişti.
Fütüvvetin yerini değişik meslek sahiplerinin toplandıktan, ayrı ayn zanaatçıları bir inanç çevresinde birleştiren, loncalar aldı.
Loncalar esnaf birlikleriydi. Her meslek kolunun ayrı bir loncası vardı.
İlmiye sınıfından olanlar (ilim adamları) ve devlet teşkilâtında görev alanlar loncaya bağlı değildi.
Birer İktisadî kuruluş niteliği taşıyan loncaların özünde meslek çıkarını gözeten, kendinden olanı koruyan, karşılıklı yararlanma ilkesine dayanan özel bir dayanışma vardır.
Osmanlı devletinin, başta İstanbul olmak üzere, bütün büyük illerinde esnaf loncaları vardı.
Bunların hepsi de merkez durumunda olan İstanbul’a bağlıydı.
Lonca kuruluşlarını aynı meslekten yetişen kimselerin birleşmesi meydana getiriyordu.
Bunlardan başka esnaf kavramı içinde, ticaretle, el sanatlarıyla uğraşan çeşitli meslek sahiplerinin bağlı bulunduğu loncalar da vardı.
Esnaf arasında onaya çıkan meslek ayrılıkları yüzünden, onların iş bölgeleri de aynlıyordu.
Her meslek zümresinin belli bir yeri, belli bir çarşısı, toplantı merkezi bulunurdu.
Kasapların bulunduğu yerle, meselâ terzilerin çalıştıkları yer ayrıydı.
Bu esnaf kuruluşları da kendi aralarında değişik derecelere göre sıralanırdı.
Çıraktan pire doğru çıkan bu derecelenme düzeninde yaş, meslek bilgisi, kıdem en geçerli ölçülerdi.
Bu kuruluşlarla devlet arasındaki bağlantıyı, özel olarak seçilen görevliler (mümessiller) sağlardı.
Bu meslek gruplarının merkezden kasabalara, kasabalardan köylere doğru uzanan ve aynı meslekten olanlara bağlantı sağlayan kollan, mümessilleri bulunurdu.
Devletin kuruluş yılından başlayan bu zümreleşme (esnaf kuruluşlan) Tanzimat dönemine kadar sürdü.
Matbaanın Türkiye’ye gelmesi, okuma yazma imkânlarının çoğalması sonucu bu kuruluşlar arasındaki ayrılıklar da zamanla kalkmaya ve esnaf daha geniş alanlara yayılan kurumlar altında toplanmaya başladı.
Tanzimattan sonra ekalliyet anlayışının yıkılmaya, daha geniş ölçüde birleşmeye doğru gidilme gereğinin doğmaya başlaması üzerine esnaf kuruluşlan daha zayıfladı.
XIX. yy. sonlarına doğru, başta hattattan bağlı bulunduğu kuruluşlar olmak üzere, debbağlar, örücüler, kunduracılar, tulumbacılar, terziler, kuyumcular, tarakçılar v.d. birçok esnaf kurumu dağıldı.
Osmanlı devletinde halk arasında başlangıçtan beri, kendini gösteren bir zümreleşme daha vardı.
Tasavvuf görüşlerini benimseyen, el zanaatlarından çok sanat ve düşünceye dayanan bu zümreler, bağlandığı tarikat esasına dayanıyordu.
Değişik kollara aynlan, şiî ve sünnî mezheplerinin temel görüşlerini yaymaya çalışan bu kuruluşların çevresinde bulunan bu topluluklar şeyhler ve dervişlerden meydana geliyordu.
Şeriat ilkelerinin değişmezliği karşısında, daha yumuşak bir yaşama anlayışını benimseyen tarikat mensupları devlet bütünlüğünün ayn bir kesimiydi.
Bunlar en büyük merkezlerden, en küçük kasaba ve köylere kadar yayılmıştı.
Osmanlı devletinin yönetimi altında bulunan bütün bölgelere yayılan bu şeyhler ve dervişler topluluğu kendi içinde iki büyük bölüme ayrılmıştı.
Birincisi okumuş kimselerin toplandığı ve daha çok şehirlerde yaşayanlar; İkincisi geleneklerle edinilen bilgilerle yetinen ve büyük merkezlerden başlayarak köylere kadar giden topluluklar.
Alevî, bektaşî, kızılbaş diye anılan zümre ötekilere oranla çok kalabalık ve yaygındır.
Bütün Öteki üretici, tüketici sınıfların kaynağı Osmanlı devletinin sınırları içindeyken, bu şeyhler ve dervişler topluluğununki İran, Türkistan ve Irak’tır.
Bunlar, hiç bir zaman Osmanlı devletinin bütünlüğü içinde erimedi.
Devlet düzeninde, ayn bir topluluk olarak yaşadı. Reaye ve müslüman topluluklannm bağlandığı İktisadî sınıfların tersine bunlar birer inanç sınıfıdır.
Bunların karşılıklı dayanışma ve birbirine bağlanma aracı sanat ve edebiyattır.
Düşünceleri onunla yayar, onunla gelişir ve onun sağladığı birleştirici hava yardımıyla kaynaşırlar, öteki İktisadî esnaf kuruluşlarının Tanzimattan sonra yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamasına rağmen bunlar Cumhuriyetin ilânına kadar sürdü.
Tekke ve zaviyelerin kapanmasıyla, çalışmalarını resmen durdurdular, fakat geleneklerini, inançlarını halk arasında yaymaya devam ettiler.
Esnaf kuruluşlarım doğuran sebepler.
Osmanlı devletinde ortaya çıkan bütün esnaf kuruluşlan iki ayn temele (İktisadî ve siyasî temeller) dayanıyordu.
İktisadî sebepleri hazırlayan, devletin yönetim düzeni ve dayandığı orduydu.
Sürekli fetihler yüzünden genişleyen sınırlar, kazanılan topraklar bunların idaresi için yeni kuralların bulunmasını gerekli kıldı. Bu sebeple yeni yeni esnaf kuruluşlarının doğmasına yol açan has, zeamet, tımar gibi toprak bölünmeleri başladı.
Ele geçirilen yabancı ülkelerin topraklarının bir bölümü devletleştirildi, bir bölümü o ülke yerlilerine bırakıldı. Daha çok reaya, gayri müslim denen bu halk toplulukları islâm dinini kabul etmeyince, müslümanlardan ayrı, kendi inançlarının gerektirdiği düşünce ortamında yaşamaya başladılar.
Böylece, aynı devletin sınırları içinde, başka dinlere bağlananların birleştiği kuruluşlar ortaya çıktı.
Reaya kendi arasında, kendi inanç ve düşüncelerine göre teşkilâtlanmaya başlayınca, onun karşısına kaynağını islâm inançlarında bulan fakat zamanla İktisadî bir nitelik kazanan fütüvvetten doğan esnaf kuruluşlan (loncalar) çıktı. Bunlar, reaya kuruluşlarının zorunlu bir sonucuydu.
Dinî sebeplerin başında mezhep farkları gelir.
Aynı dine bağlı kimselerin, zamanla ortaya çıkan görüş aynlıklan düzenli birer çığır niteliğini kazanınca, karşılıklı dengesizlik başladı.
İnanç ve mezhep aynlıkları çalışma alanlarını etkiledi. Bu etki yavaş yavaş İktisadî bir güç durumuna geldi.
Aynı inanç çevresinde toplanmalara, teşkilâtlanmalara yol açtı.
Daha çok tarikatlarla yan yana yürüyen bu teşkilâtlanmalar zamanla birer İktisadî kuruluşa dönüştü.
Bu kuruluşlan ayakta tutanların toplanması yüzünden Osmanlı devletinde esnaf kuruluşları denen bölünmeler ortaya çıktı.
Bu bölünmeler, yeni yeni fetihlerin yapılması sonucu, devlet sınırlan içine giren halkların da etkisiyle genişledi, birer esnaf kuruluşu olarak devlet düzeninde yerleşti.
XIX. yy. sonlarına kadar devam eden bu esnaf teşkilâtı Osmanlı devletinin yıkılışı ile son buldu (1922).