Sömürgecilik Nedir,Tarihi | Tarih Bilgileri |
Sömürgecilik Hakkında Bilgi,Sömürgecilik Nedir,Anayurt lehine, sömürgelerin ticaretine ve bazen sömürgeler lehine anayurdun ticaretine kısıtlayıcı kurallar koyan sistem.
Sömürge kelimesinin anlamı zamanla değişikliğe uğradı.
Değişmeyen tek unsur, insanların terkettikleri ülkeyle yerleştikleri ülke arasındaki coğrafi süreksizlik düşüncesidir.
Aslında, sömürgeleştirme amaç ve metotları büyük ölçüde değişmiştir.
Sayısız ve çeşitli yasalarda yer alan bu değişikliklerden burada ancak bazı örnekler verilebilir.
Sömürgeciliğin Tarihi
Klasik ilkçağda sömürge hep, birbirine bağlı bir göçmen topluluğunun az veya çok uzaktaki bir toprak parçasına sahip çıkması biçiminde görüldü.
Aslında sömürgeyi meydana getiren insanların siyasi ve askeri kaygıları yoktu.
Onların anayurdu terketmeleri, verimli toprakları az olan Akdeniz ülkelerindeki nüfus artışından doğacak tehlikeleri önlüyordu.
Oikistes (kurucu) yönetimindeki bir göçmen topluluğu, «anasite»den tamamıyla kopabilir ve Delphoi kahinine danıştıktan sonra, birtakım belirli dini törenlerle yeni bir site kurabilirdi.
Bu sömürgeleştirmenin ilham kaynağı Delphoi kahiniydi.
Böylece kurulan site de bundan sonra artık tamamıyla egemen ve bağımsız duruma gelirdi.
X. yy. yunan sömürgeleri (Ege denizi adaları, Küçük Asya kıyıları) veya M.ö. VIII. yy. ile V. yy. arasında kurulan sömürgeler için de durum böyle olmuştur.
İki devlet arasında, çoğu zaman ancak soy birliği, ortak dini gelenekler ve dil gibi duygusal bağlar devam eder ve bunlar çoğu zaman belli bir ticarî, hatta siyasi dayanışma yaratmaya yeterdi.
M.ö. 814 e doğru Sur’luların kurduğu Kartaca gibi birtakım fenike sömürgelerinin gelişimi de böyle oldu.
Başka durumlarda, göçmenler anayurtlarına bağlı kalırlardı.
O zaman da, sömürge, anayurdun bir «ileri karakolu» durumunda olurdu.
Bu karakolun amacı, isyan çıkaran veya askeri önem taşıyan stratejik bölgeleri gözetim altında tutmak ve servet kaynaklarınnı değerlendirmekti.
Eski Mısır’ın elde ettiği Nübye topraklarının durumu da bu tipe bağlanabilir.
Eski Mısır ın Nil’in kaynağına doğru yayılması. M.Ö. II. binyılda. daha Orta İmparatorluk döneminde başlamıştı.
Nübye, Mısır’a köle, altın ve hayvan sürüleri sağladı.
Buna karşılık Mısır’dan, Nübye ye küçük memur, asker, tacir ve köylü toplulukları gitti.
Bunlar İkinci çağlayanın yukarısına. Semneh’in içerilerine kadar yerleştiler.
Böylece, Mısır’ın yerli halk üstündeki medenileştirici etkisi Beşinci çağlayanın ötesine, M.ö. VIII. yy.da Mısıra bir hanedan yetiştirmiş olan Kuş ülkesine kadar yayıldı.
Bunun en ünlü örneklerine yunan ve roma tarihlerinde rastlanır: yunan klerukhia iarı ve roma hukuku kolonileri (başlangıçta 300 yurttaş).
Bu koloniler, önceleri deniz sınırlarım savunmakla görevliydiler, ama daha sonraları municipium durumuna geldiler.
Her iki durumda da, zaptedilen topraklara, askeri görevle yerleştirilen kolonlar, bağlı oldukları sitedeki yurttaşlık haklarını tamamıyla muhafaza ediyorlardı.
Böylece, roma hukuku kolonileri, cumhuriyet döneminde, İdari alanda kısmen muhtar olmalarına rağmen (bir decemvir kurulunun yardımıyla çalışan bölgesel duumvir idaresi), bir roma yurttaşının bütün medeni ve siyasi haklarını ellerinde tutarlardı.
Jus connubii veya romalı bir kadınla evlenmek hakkı; jus commercii veya menkul ve gayrimenkul her çeşit mal ticareti yapmak ve bu hakları adli makamlar tarafından da geçerli saydırtmak için legis actio hakkından yararlanmak yetkisi ve jus suffragii veya oy hakkı; jus honorum veya bütün yüksek görevlere seçilebilmek hakkı.
Bununla birlikte başka sömürgeler, bir anayurdun otoritesi altında bulunmalanna rağmen, anayurttaki yurttaşlarıyla eşit haklara sahip değildiler.
Roma, sömürgelerinden başka, kara sınırlarını da savunmak amacıyla latin hukuku sömürgeleri de kurdu.
Bu kolonilerde başlangıçta 1 500 ila 6 000 latin ve müttefik vardı, öbürleri gibi İdari muhtariyete sahip olan (hatta müttefik toprağı bile sayılan) bu «latin» sömürgeler, üyelerine kısıntılı bir yurttaşlık hakkı veriyordu.
Bu hak, M.ö. II. yy. da, jus connubii (M.ö. 268’de geri alındı) ve jus honorum dışında, roma yurttaşının bütün haklarını kapsıyordu.
Toplam olarak, 46 latin sömürgesi ile Marius. Sezar ve Augustus’un kurdukları askeri nitelikteki sömürgelerle aynı zamanda oluşturulan 200’ü aşkın roma sömürgesi vardı.
Bununla beraber, roma sömürgesi adı ve yasası, fahri bir unvan olarak da verilirdi.
Gerek Kartaca sömürgelerinde, gerek helenistik krallıklarına bağlı yunan-makedonya sömürgelerinde, bir anayurtta sahip olunan hâkimiyet ve yurttaşlık haklarına rastlanmazdı. Bu ikinci sömürgelerde «site» sözünün hiç bir anlamı kalmamıştı.
Kendi kaynaklarıyla yetinmeye çalışan Erken Ortaçağ derebeyliği (İskandinav ülkeleri dışında) sömürge kurmaya elverişli değildi.
Ama XI. yy.daki nüfus artışları ve ticaretin gelişmesi ortaya yeni sömürge biçimlerinin çıkmasına yol açtı.
XII. yy.ın sonuyla XV. yy. arasına rastlayan bu dönemin en tipik kolonileri ile ticaret acentaları arasında büyük bir benzerlik vardı.
Akdeniz’de İtalyan (pisalı, cenovalı, Venedikli) tacirleri, baltık ve kuzey denizi ülkelerinde alınan Hansa birliğine bağlı tacirler, alışveriş ettikleri hühümdarlardan, ya bir şehrin bütününde (mesela, Kırım’da Feodosiya’da Cenevizliler) veya yalnız bir semtinde (mesela İstanbul’da Beyoğlu [Pera] ve Galata veya Londra’nın küçük Steelyard mahallesi) yerleşmek hakkını elde ettiler.
Bu şehir imtiyazları ya bir (Magusa’nın Cenevizlilere, Bergen’in Lübeck’lilere) veya birkaç (Don Kıyısında Tana) millete verilir ve bunlar, genel olarak bir sömürge başkanının sorumluluğu altında geniş bir adli muhtariyete sahip olurlardı.
Bu «konsül»lerin yargılama yetkisi, çoğu zaman, ayrı kökenli tacirlere kadar uzanıyordu.
Bunlar, itibari yurttaş sayılıyor ve «konsüblerin himayesinden yararlanıyorlardı.
Bu konuyla ilgili olarak dikkate değer bir olay da, XIX. yy. sonlarında buna benzer bir teşkilatlanma biçiminin Çin imparatorluğunda ortaya çıkmış olmasıdır.
Çin’de de. önce AvrupalIlar, sonra Amerikalılarla Japonlar, kendilerine kira ile bütün bir şehirle dolaylarının veya ülke dışı sayılması kabul edilen bir mahalle veya semtin verilmesini sağladılar ve kendi yurttaşlarına tanıdıkları imtiyazları yerlilere de tanıdılar.
Eski ticaret sömürgeleri elde ettikleri güç sayesinde, çoğu zaman zayıf bir hükümdarı etkiliyor ve onu adeta himayeleri altına alıyorlardı.
Böylece, İktisadi sömürgeleştirme, XIV. yy.da (Kıbrıs’a ceneviz sızmasında olduğu gibi) gerçek bir siyasi sömürgeleştirmeye yol açtı.
Bazen de bu iki sömürgeleştirme biçimi birlikte yürüyordu.
Mesela, 1204’te Venediklilerin entrikaları sonucu Bizans imparatorluğunun çöküşü Cenovalı ve Venediklilere büyük ticari teşebbüs imkanları sağladı.
Fief haline getirilen veya tamamıyla bağımsız durumda olan topraklar, ya ilk bölüşmede ya da Bizans’ın yeniden fetihi sırasındaki pazarlıklar sonunda (deniz ticaretinin güçlü bir koruyucu deniz gücü gerektirmesi dolayısıyla) sağlam birer ticari ve stratejik üs oldu. Bu üslerde İtalyanlar daha büyük bir hareket serbestliğine kavuştu.
Daha sonra da, başlangıçtaki sömürge şehirlerin yerini, çıkarcı amaçlarla kurulan gerçek sömürge devletleri aldı veya bu şehirlerin yanı sıra sömürge devletleri kurulmaya başladı: Doğu Ege’de mali şirketlerin yönetimindeki Ceneviz imparatorluğu ve özellikle gelişmesini XV. yy.ın sonuna kadar sürdürerek o tarihte istria’dan Kıbrıs’a kadar yayılan geniş Venedik imparatorluğu Bu güçlü deniz üsleri, doğrudan doğruya Venedik hühümetine bağlı topraklar (Methone ve Korone gibi Peloponnesos limanları, Korfu gibi küçük veya Girit gibi büyük adalar) ve venedikli patricius’ların (Kyklades gibi) veya himaye altında olan birtakım kimselerin (Eğriboz’un [Euboia] «tercier»leri gibi) ellerinde tuttukları fieflerden meydana geliyordu.
Bütün bu yerlerin arasında, stratejik önemi ve Venediklilerin geniş çaptaki göçleri dolayısıyle, Girit’in özel bir yeri vardı. Böyle bir yayılma ve anayurtla siyasi ve İktisadi bağların sıkılığı, venedik sömürgeciliğinin bir özelliğidir, bu, daha sonraki sömürgelerin başlangıcı olmuştur.
XVI.yy.ın başından XX. yy.ın başına kadar sayılan gitgide artan avrupa sömürgelerinin hepsi de siyasi bakımdan bağımlı ve anayurt tarafından değerlendirilen topraklardı.
Ne var ki, bu sömürgelerin yeryüzünün çeşitli yerlerine yayılmış olması birbirinden çok değişik ve karmaşık sömürü biçimleri gerektiriyor, her birinin elde edilme yollarının değişik olması gibi sebepler de sömürgeler için ortaya çeşitli yönetim yasaları çıkmasına yol açıyordu.
Ama, XVI. yy. ile XVII. yy.ın başı arasındaki döneme rastlayan ilk sömürgecilik girişimlerinin bir tek amacı vardı ve gerek kişilerin gerek hükümdarın zafer kazanması biçiminde özetlenebilecek olan bu ana amacın yanı sıra, Hıristiyanlığı yayma çabalannın da en az servet peşinde koşmak kadar büyük bir rol oynadığı sanılır. îşte bundan ötürü, sömürgelere önceleri, anayurdun, benimseyip kendisine mal etmesi gereken birer uzantısı gözüyle bakıldı.
Gerçekte bu teorik görüş, bazı güçlüklerle ve en başta uzaklık meselesiyle karşılaştı.
Avrupa krallıkları, bazı maceralı teşebbüsleri birtakım özel kişilere bırakmak zorunluğunu duyuyorlardı.
Ama bu işler, kişilerin tek başlarına yapacakları teşebbüsler değildi.
Onun için hükümdarlar, onları ya derebeylik ilişkileri çerçevesi içinde veya birtakım imtiyazlarla desteklenen dernekler halinde birleşmeye teşvik ettiler.
Bu konuda öncü olan Portekizlilerle îspanyollar, XVI. yy.ın başında, Amerika’daki sömürgelerinde bu feodal formülü geniş ölçüde kullandılar: mesela, görevleri babadan oğula geçen portekizli kumandanlar, İspanyol «encomienderos»lar için durum böyleydi.
Madenlerin ve toprakların işletilebilmesi için geniş alanlar üstünde gerekli nüfuzu ancak bir avuç fatih bu şekilde sağlayabilirdi.
Derebeylerin rahat durmasını ve kargaşalık çıkarmalarını önlemek için, monarşiler anayurttaki yönetim sistemine benzer bir sistemi sömürgelerde de kurmayı ve sömürge fatihlerini kesin bir kademeleşmeye zorlayarak bu sistemle bağlamayı tasarlamışlardır.
Bu kuruluşun başına çeşitli krallık temsilcileri (genel valiler, corregimientos’lar. yargıçlar, «audencias» sorumluları) getirilecek, bu temsilciler de Consejo de Las İndias’ın yüksek denetimi altında bulundurulacaktı
. Ayrıca, bütün İspanya sömürge ticareti, önceleri Sevilla’nın, sonraları da Casa de Contratacion’un merkezi olan Cadiz’in onayı ile yapılıyordu.
Bu da, imtiyazlara ve tekellere alabildiğine yer verilen bir dönemde olağan sayılabilecek yükümlülüklerin çerçevesini bir hayli aşıyordu.
Bu durumda sömürge ticaretinin böylesine bir baskı altında bulundurulması ve fatih sınıfının hor gördüğü yerli halkı böylesine sömürmesi, katolik kralların besledikleri benimseme ve kaynaşma umutlarının birer hayal olmaktan öteye gidememesi demekti; ayrıca merkezîleşme de İspanyol Amerikasının derebeyliğe dönüşmesini önliyemedi.
Fransızlar, İngilizler ve Hollandalılar işleri gördürmek için, daha çok imtiyazlı şirket’lere başvuruyorlardı.
Bu şirketler, belirli ticari imtiyazlar karşılığında sömürge yerleşmesinin (kolonların yerleştirilmesi, toprağın değerlendirilmesi, savunması ve hatta hükümetin denetimi altında sömürgenin yönetilmesi) bütün masraflarını yükleniyordu.
Çoğu zaman, hele ilk dönemlerde masraf kazancı kat kat aşıyor; bu da işe para yatıranların hoşnutsuzluğuna sebep oluyordu; fransızlar uzun süre güvensizlikten kurtulamadılar, bu yüzden de Fransızların işlettiği şirketlerin büyük bir kısmı çeşitli buhranlara düştü ve hiç değilse Amerika’da sömürgenin doğrudan doğruya anavatan tarafından yönetimine yol açtı (1674).
Esasta hepsi de aynı kanunla yönetilen sömürgelerde kanunların uygulanması her sömürgenin bünyesine göre değişirdi.
Tropikal sömürgeler (özellikle Antiller) büyük çiftliklerin şekerkamışı, tütün, çivit, kahve,pamuk) ağır bastığı bölgeler oldukları için doğrudan doğruya sömürge paktına göre yönetilirler, bu yönetimle çiftlik sahiplerinin meydana getirdiği aristokrasi de çoğu başarısızlıkla sonuçlanan birtakım tepkilere yol açardı.
Kuzey Amerika’daki tropikal olmayan sömürgeler ise ayrı bir toplum bünyesine sahip oldukları ve İktisadi bir görevleri bulunduğu için büsbütün başka bir yönde geliştiler.
Birer besin ve strateji üssü olan, Antiller’deki zenginliğin korunmasını sağlayacak bir çeşit insan deposu sayılan bu sömürgeler, yerli halkın çok az ve dağınık olması, ayrıca da anayurttan memnun kalmayan veya anayurtta kalması istenmeyen kişilerin sığınmalarına elverişli bir uzaklıkta bulunmaları yüzünden beyazların yerleşmeleri için çok uygun düşen yerlerdi.
Kanada’da sömürgenin kalkınmasında şart olan köylü sınıfını yerleştirebilmek ve orada tutabilmek için fransızlar derebeylik düzenini uygulamaya başladılar ve bu düzen çerçevesinde soylulara «sömürge işletmeciliği» görevi düştü.
Birtakım İngiliz sömürgelerinde de aynı metot uygulandı.
Ne var ki, Yeni İngiltere veya Pennsylvania gibi en canlı hareketli sömürgelerde derebeylik düzeniyle bağdaşmayacak bireyci cemaatler kısa zamanda duruma hâkim oldu; bu cemaatler İngiliz geleneklerinin getirdiği temel hüviyetlere sıkı sıkıya bağlı olmakla kalmıyor, zaman zaman demokrasiyi bile örnek almaya kalkışıyorlardı.
Dolayısıyla bu sömürgelere, anayurt geleneğine uygun olarak. şirket veya kral temsilcisinin denetimi altında mahalli bir yönetim bulmalarına imkan sağlayacak beratlar verildi.
XVIII.yy.da Londra’nın baskısına ve imparatorluk buyrultularına karşı direnmeye geçen ve bağımsızlık hareketini başlatanlar, bu topluluklardır.
İmtiyazlı şirketler sistemi, XIX. yy.da yürürlükten kalkan sömürge paktından sonra da devam etti, fakat her türlü tekele karşı çıkan liberalizmin getirdiği yeni görüşlere de uymak zorunda kaldı.
Bu zorunluğun başlıca sonuçlarından biri eski imtiyazların büyük ölçüde kısılması oldu.
Ne var ki, siyasi kısıntılar çoğu zaman sadece sözde kalıyordu.
Bu kısıntıları uygulamayan ve hesaba katmayanlar arasında, çeşitli alman sömürge şirketleri, însulinde’deki Hollanda ticaret şirketi, özellikle de daha 1885’te hakim bir devlet durumuna geçen Kongo’daki Afrika Milletlerarası birliği sayılabilir.
Liberal kısıtlamalar İngilizler tarafından çok daha erken bir dönemde uygulandı ve Ingilizler, Hindistan şirketinin siyasi iflasına rağmen (1858), bu uygulamaya yüzyılın sonuna kadar bağlı kaldılar (Nigerya, Güney Afrika şirketleri, İBEA v.b.).
Bununla birlikte, sömürgeci devletler, XIX. yy.da. kimi zaman fethedilen ülkelere kesinlikle elkoyarak, kimi zaman mahalli hükümdarlara himaye statüsünü kabul ettirerek sömürgelerin içişlerine daha sık karışmaya başladılar.
Eski kolonilerde gelişme çoğu zaman bir birleşme ve kaynaşma yönünde oldu; 1852’den itibaren Portekizliler, 1870’ten sonra da İspanyollar bu yolu benimsediler.
Fransızlar ise uzun süre kesin bir karar alamadılar; gerçi eski fransız sömürge imparatorluğunun kalıntılarında anayurttakilere benzer yönetim ve hukuk kurumlan yürürlükte idi, fakat sömürge halkına hiç bir zaman anayurt halkına tanınan haklar tam bir eşitlik içinde verilmemişti; kaynaşmanın gerçekleşebilmesi, eşit hakların tanınması ancak XX. yy.ın ortalarına doğru yapılan reformlarla gerçekleşti.
Yeni sömürgeler genellikle çok daha otoriter ve baskıcı bir vesayet altında tutuluyordu; hollandalılarla ingilizler «krallık sömürgesi» statüsünden çıkabilecek kadar gelişmemiş bazı eski sömürgelerde de bu baskı sistemini uygulamaya devam ettiler.
Bu sömürgelerde bütün yönetim genel valinin ve anayurttan gelen ve sadece kendi bakanlıklarına karşı sorumlu olan vali temsilcilerinin elindeydi («Colonial Office», Fransa’da 1897’de kurulan Sömürgeler bakanlığı v.d.); sömürgecilikte dolaysız yönetim veya doğrudan doğruya yönetim diye adlandırılan sistem budur.
Bununla birlikte, yerli bir yönetim teşkilatının bulunduğu sömürgelerde bu teşkilat bazen, fakat sadece alt kademelerde muhafaza edilebiliyordu (Fransız Çinhindi, Britanya Hindistanı’nın ilhak edilen bölümü).
Fakat sömürgeci devletin bazen kendi himayesini («protektora») kabul ettirmekle yetindiği de olur.
Bu durumda sömürgeci devlet dolaylı yönetim’i uygular, yerli yönetim ve hukuk teşkilatını bütün kademeleriyle muhafaza eder.
Fakat teşkilâtın her kademesinde dışişleri bakanlığına bağlı kendi temsilcilerini bulundurur.
Bu temsilciler himaye edilen devletin dış ilişkilerini denetlemekle yetinebilirler; fakat tavsiyeleri (bu tavsiyeler birer emir niteliğindedir) çoğu zaman ülkenin iç gelişmesine de yön verecek tavsiyeler olduğu için, dolaylı yönetim’le dolaysız yönetim arasındaki farkı ortaya koymak her zaman kolay değildir.
Avrupalı kolon sayısının önemli bir yekün tuttuğu sömürgelerde otoriter bir yönetim uygulamak çok zordur; bu gibi sömürgelerde, oraya yerleşmiş Avrupalılar, anayurttaki vatandaşlarının bütün haklarından eşit olarak yararlanmak isterler. Fransa’nın Cezayir’e öbür sömürgelerden apayrı bir statü tanıması (1870) bu yüzdendir.
Avrupalıların ağır bastığı denizaşırı sömürgelerin çoğu ingiliz imparatorluğu çerçevesindedir; bu sömürgeler için Londra, İngiliz parlamento geleneğine uygun düşen muhtariyet («self-government») sistemini benimsemektedir.
Daha XIX. yy.ın ikinci yarısında Kanada, Güney Afrika, Avusturalya, Yeni Zelanda sömürgelerinde temsilci meclisleri kurulmuştu; seçimle işbaşına gelen bu temsilciler, ülkenin tek hakimi olmakta devam eden genel valinin yardımcısı durumundaydı.
Sonra zamanla meclislere karşı sorumlu hükümetler ortaya çıktı ve genel vali sadece bir hükümdarın temsilcisi olarak kaldı.
Bu gibi parlamento kurumlarına, ancak tam bir devlet kurabilecek nitelikte görülen sömürge federasyonlarında izin veriliyordu; bu şekilde özerkliğe kavuşan devletlerin ilki Kanada konfederasyonudur (1867).
Hukuki gelişmeden de anlaşılacağı üzere,XIX.yy.ın sonunda ve XX. yy.ın başında iskan sömürgeleri ile işletme sömürgeleri arasında günden güne artan bir fark ortaya çıktı.
Sadece statüleri değil, anayurdun müdahale nisbeti, sosyal gelişme ve değerlendirme teşkilatı da bu sömürgeleri birbirinden ayırıyordu.
İskân sömürgelerinde Avrupa’daki sosyal yapıya benzer bir yapının belirlendiği, iktisadın da günden güne çeşitlendiği görüldü; öteki sömürgeler ise, yani işletme sömürgeleri anayurdun kaynaklarını tamamlayacak madeni veya nebati ilk maddeleri üretmeye devam ettiler.
İngilizlerin muhtariyet sistemiyle beklenmedik bir başarıya ulaşmaları bu sistemin esnekleştirilmesine, genişletilmesine ve tam bir bağımsızlığa kadar götürülmesine yol açtı.
Günümüzde, tarihe karışmak üzere olan sömürge statüsü yerini çeşitli bağımsızlık veya geniş muhtariyet biçimlerine bırakmakta (Commonwealth), sömürge kavramının yerini de gelişmemiş ülkelere yardım fikri almaktadır.
Sömürge Paktı
merkantilist sömürgecilik anlayışına bağlanır ve anayurdun zenginleşmesini sağlamak için ortaya birtakım kurallar koyar:
1. sömürge pazarının yabancı maddelere tam olarak veya kısmen kapatılması.
2. sömürge ürünlerinin sadece veya özellikle anayurda ihraç edilmesi.
3. deniz nakliyatının sadece anayurt ticaret filosuyla yapılması.
4. sömürgenin kendi ihtiyacını karşılayacak mamul eşyayı üretmesine kesinlikle izin verilmemesi ve ilk maddeleri üretmekten ve bir ticaret pazarı olmaktan başka bir görev yüklenmemesi.
5. sömürge ürünlerine anayurt tarafından ithalatta öncelik tanınması ve anayurdun sömürgeye siyasi, askeri, kültürel, çoğu zaman da İktisadi veya mali yardımda bulunması.
Bu kuralların büyük bir sertlikle uygulanmasında karşılaşılan güçlükler, XVIII. yy.da kuralların bütün ülkelerde yumuşatılmasına yol açtı; fakat gene de 1775’te Amerikan sömürgelerinin İngiltere’ye karşı, 1810 ve 1817’de de İspanyol sömürgelerinin ayaklanması gibi büyük buhranlar önlenemedi.
Bu yüzden, liberalizmin etkisiyle, sömürge imparatorlukları XIX. yy.da İktisadi tercihlere dayanan çok daha esnek bir sisteme yöneldiler.
Sömürgeleştirme
Sömürgeleştirme, devletlerarası ilişkilerin özel bir biçimidir. Sömürgeleştirme, bir halkın, yani sömürgeleştiren’in, başka bir halka, yani sömürgeleştirilen’e hâkimiyetini kabul ettirmesi ve bunu uygulamasını gerektirir.
Gerek zor kullanarak, gerek prestijden yararlanarak ve çoğu zaman bu iki etkenin kanşımıyle gerçekleştirilen bir fetihten doğar, insan faaliyetinin bütün kesimlerinde (ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasi) uygulanma alanı bulur ve Özel eşitsizlik durumları yaratır: bunlar, sömürge durumlarıdır. Sömürgeleştirme, dayandığı şartlar nedeniyle, basit fetih ile bir değildir.
Gerçekten de, kaynağını, sömürgeleştiren halk ile sömürgeleştirilen halk arasında meydana gelen tarihi bir «düzey farklından alır.
Sömürgeleştiren halk, genellikle, teknik ilerlemeye dayanan («teknik» kelimesi yalnız tarımsal Veya sınai üretimi veya para mübadelesini değil, aynı zamanda hükümet ve yönetim araçlarını da belirtir) kültür ve teknik üstünlükleri sebebiyle, bir çağın ihtiyaçlarına, sömürgeleştirilen halka oranla daha iyi ayak uydurabilmiştir.
Bunun sonucu olarak, basit bir fethin ancak siyasi etkiler yaratabilmesine karşılık, sömürgeleştirme, etkilerini bütün alanlara yayabilir.
Kimi zaman, sömürgeleştiren devletin istememesine rağmen, sömürgeleştirmeye yol açan düzey farkını yoketmek veya hafifletmek eğilimini gösterir.
Böylelikle salt bir egemenlik olarak görünmez ve hemen hemen kaçınılmaz bir şekilde, öğretici yönleri bulunan bir egemenlik olarak ortaya çıkar.
Bundan ötürü, sömürgeleştirme, çok zaman vesayet veya kayyımlıkla karşılaştırılmış, sömürgeleştiren halk «yetişkin», sömürgeleştirilen halk ise «rüştünü ispat etmemiş» sayılmıştır.
Bu karşılaştırmanın bir benzetmeden başka değeri olmadığı besbellidir.
Demek oluyor ki, sömürgeleştirme genel olarak, bir teknik eylem ile bir ekonomik eylemi; sömürgeleştirilen arazideki doğal zenginliklerin değerlendirilmesini; bir idari ve siyasi eylemi (sömürgeleştirenin az çok dolaysız otoritesi altında bir sömürgeleştirilmiş halkın teşkilatlanması); bir kültür eylemini (sömürgeleştirenin sömürgeleştirilmişlere bilgi ve bilgi edinme vasıtalarını aktarması); sömürgeleştirilmiş halk üzerinde sömürge kuranlara özgü hayat tarzı, anlayışı ve uslubunun etkisini kapsar.
Çeşitli sömürgeleştirme biçimleri, görüş ‘açıları bakımından birbirinden ayrılır:
Etnik Sömürgeleştirme
Sömürgeleştiren halk ile sömürgeleştirilen halk ayrı ayrı ırklardan ise, aralarındaki ilişkiler, ırk ayırımından, melezleşme yoluyla ırkların kaynaşmasına kadar çeşitli derecelerde olabilir.
Siyasal sömürgeleştirme
Sömürgeleştirenlerin tam egemenliğinden liberal himaye biçimlerine, hatta devletlerarası teşkilatları denetimindeki vesayetlere kadar çeşitli biçimler alabilir, hatta yarı sömürge ilişkileri bile söz konusu olabilir.
Bu ilişkilerde, egemen halk, egemenliği altındaki halk üzerinde etken ama kısıtlı ve dolaylı bir nüfuz kurmakla yetinir.
Demografik Sömürgeleştirme
Sömürgeleştirilen halkın yok edilmesiyle birlikte, sömürgelere kendi halkını yerleştirme eyleminden sömürgeleştirenlerin sayısının en aza indirildiği salt kadro sömürgeciliğine kadar çeşitli durumları kapsayabilir.
İktisadi Sömürgeleştirme
Basit ticari alışveriş merkezlerinin kurulmasından, ekonomiye tam anlamıyla el konmasına ve sert bir sömürgecilik anlayışından basit karşılıklı yardımlaşma ve tercih işlemlerine kadar çeşitli durumlar bu tip sömürgecilik içine girer.
Kültürel Sömürgeleştirme
Sömürgeleştirilenlerin sömürgeleştirenler içinde mümkün olduğu kadar büyük ölçüde eritilmesinden kültürel muhtariyete kadar, çeşitli ilişkileri kapsar.
Bu çeşitli etkenlerin bir araya gelişi, her sömürgeleştirmeye kendi orijinalliğini kazandırır.
Aynı şekilde, bir anayurdun tüm sömürgeleriyle olan ilişkileri de, zamana ve mekana göre, mutlak hâkimiyette tam eşitliğe ya federal veya konfederal teşkilatlara kadar çeşitli şekiller alır.
Sömürgeleştirme kelimesi farklı biçimlerde anlaşılmıştır; kapsadığı olay bile, zamanla değişik yorumlara uğramıştır. Mesela, eskiçağ sömürgeleştirmesi, her şeyden önce aynı toplumsal teşkilatı uzaktaki topraklara nakleden bir güçtür; çağımızın sömürgeleştirmesi ise, önce, anayurdun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, kaynakları sömürgeleştirilen halkın yönetim ve yardımıyla değerlendirilen bir ülke üzerinde kurulmuş siyasi egemenliktir.
Ayrıca bu iki bellibaşlı tipin de birçok değişik türleri vardır. ‘
Eskiçağ, birçok emperyalizm şekillerine sahne olmuştur.
Bunların en başarılılarından biri, Pers imparatorluğudur.
Ama genellikle «sömürgeleştirme» deyimi, aralarında Yunanlıların birinci sırayı işgal ettiği çeşitli Akdeniz halklarınca girişilmiş geniş insan nakilleri için kullanılır.
Ayrıca göç tarzları da oldukça çeşitlidir.
Bunlar başlıca üç tipte toplanabilir.
Göç, tüm bir halkın istilacıların baskısıyla zoraki göç etmesi olabilir.
Muzaffer Dorların önünden kaçarak Ege denizinin Asya kıyılarına gidip sitelerini yeniden kuran (Aiolis, İonia) Akaların göçü, bu tür bir göçtü.
Sonraları, daha iradi ve denizaşırı ülkelere yönelen bu göç biçimi yaygınlaştı.
Büyük tacirler ve büyük denizciler yetiştiren Fenike, M.Ö. I. binyılın ilk yarısında yalnız doğu Akdeniz’de (Kıbrıs) değil, aynı zamanda ve özellikle Batı Akdeniz’de de (Kuzey Afrika, Sicilya, Sardinya, İspanya) ticaret üsleri kurmuştu, iyi yerlerde kurulan bazı üsler, zamanla gerçek şehirler halini aldı; buralara yerleşen tacir halk çoğaldı ve etkisini ülkenin içerilerine yaydı.
Mesela, Batı Akdeniz’de en önemli Fenike üssü olan Kartaca (M.Ö. 814’e doğru bir Sur’lular tarafından kuruldu), zamanla bağımsız bir site haline geldi, bazı üsleri ve sömürgeleri denetimi altına aldı.
Bunların sayısı ve sitenin refahı, M.Ö. III. yy.da Roma’lılarla patlak veren anlaşmazlıklar bu yayılmayı durduruncaya kadar sürüp gitti.
M.ö. VIII. yy.dan V. yy.a kadar süren yunan sömürgeleştirme hareketi, daha canlıydı. Nüfus fazlalığı (yunan toprağı verimsizdir), bir siyasi devrim ile sitelerinden bazı grupların kovulması veya servet ve serüven arayan kişilerin yabancı topraklara gitmesi, bu göçü doğurmuştu.
Metropol örnek alınarak yeni siteler kuruldu.
Akdeniz ve Karadeniz kıyıları boyunca dağılan bu sömürgeler yeni egemen devletler meydana getirdi; ana site ile, sadece dini ve duygusal bağlarını ve denizin kolaylaştırdığı ticari ilişkilerini sürdürdüler.
Bununla birlikte, bazı siteler bir kontrollü göç düzenlemekte gecikmediler.
Göç eden vatandaşlar, bağlı oldukları anayurttaki bütün haklarını koruyor, sitenin aldığı topraklara yerleşiyor, stratejik bir bölgeyi göz altında bulunduracak gerçek askeri sömürgeler meydana getiriyordu.
Atina’nın emperyalist siyaseti, M.ö. V. yy.da, bu sistemi, bütün öteki sitelerden daha geniş çapta uyguladı.
Buna benzer kuruluşlar, İskender’in fetihlerinden (M.ö. IV. yy. sonları) sonra da ortaya çıktı. İskender, yunan sömürgeleştirme hareketini canlandırdı ve bu hareketin kıta içlerine yönelmesini sağladı.
Teşkilatlanması sınırlarda askeri sömürgelerin ve yunan-Makedonya yerleşme merkezlerinde helenizm yuvaları meydana getiren şehirlerin kurulmasıyla birlikte yürütüldü.
Helen sömürgeleştirme hareketinin etkisi İskender imparatorluğunun siyasi parçalanışına ve onu izleyen krallıkların sinsice rekabetlerinden sonra da ortadan kalkmadı.
Bu hareket, Küçük Asya’yı tamamıyla etkisi altına aldıktan başka, Baktriyan krallığı gibi tek başına kalmış bir ileri karakolda, üç yüz yıl daha tutunup yunan kültür ve tekniğinin buradan Hindistan’a girmesini, hatta Çin’e kadar uzanmasını sağladı.
Eskiçağın en büyük imparatorluk devleti olan Roma da, askeri sömürge sisteminden sistemli bir biçimde yararlanmıştı. Yayılmanın daha başlangıcında.
Roma vatandaşları stratejik yerlerde, el konulan topraklar üzerinde kurulmuş şehirlere yerleştirilmiş, buraları, yenilen ülkeler üzerinde hâkimiyet kurulmasını ve bu ülkelerin sömürülmesini sağlayan gerçek garnizonlar olmuştu (M.ö. IV. yy. sonları: Antium, Terracina).
Roma’nın gittikçe artan gücü çok geçmeden askeri meseleleri sosyal meselelerin ardında ikinci plana itmiş ve M. ö. II. yy. sonlarından itibaren askeri nitelikte sömürgeleştirmeye aslında köylü niteliği taşıyan bir sömürgeleştirme eklenmişti.
Ager publicus’a ait toprak parçaları üzerinde yoksul halk tabakasının yerleştirilmesi (Gracchus’ların siyasal ve toplumsal kuruluşları) ve daha sonra Sezar ve İmparatorluk zamanında, hem romalılaştırma vasıtası hem de meslekten yetişme bir ordu için gerekli konaklar olan eski askerlerden kurulu sömürgeler bunun örnekleridir.
Roma imparatorluğunun yavaş yavaş ortadan kalkması, halkların geniş yer değiştirme hareketleriyle birlikte gerçekleşti. Bu hareketler daha sonra da sürdü.
Sözü geçen göçleri «sömürgeleştirme» olarak nitelemek pek kolay değildir.
Eskiçağ sömürgeleştirmesinin sonu ile modern sömürgeleştirmenin başlangıcı arasındaki sürede kalan Avrupa ve Akdeniz Ortaçağının gösterdiği çeşitli halk yayılmaları (istilalar, imparatorluklar, işlenmemiş araziye yerleştirme, şehir göçleri v.b.) sömürge anlayışıyla pek bağdaşmaz.
Ortaçağda kurulan imparatorlukların en büyüğü olan Arap imparatorluğuna da bu kavramı uygulamak doğru olmaz, arap olmaktan çok müslüman olan bu imparatorluğun gelişmesi zaten her türlü basit tanımlamanın dışında kalan karmaşık bir olgudur.
Bununla birlikte, sözü geçen gelişme Arapların göçüne de yol açmış, stratejik noktalara askeri sömürgeler yerleştirilmiş (Mezopotamya’da Küfe gibi) veya bedevi kabileler, otlak ve yağma peşinde koşarken oradan oraya göçmüştür (Kuzey Afrika’da Beni Hilal’ler gibi). Ayrıca, kültürel katkı (İslam dini) bakımından bu imparatorluğun gelişmesi uygarlığın ilerlemesini derinden etkilemiştir.
Belki de XI. yy. sonlarından XIII. yy. sonlarına kadar Batılıların müslüman doğuya yaptıklan haçlı seferleri, bir sömürgeleşme hareketine daha çok yaklaştırılabilir.
Bir nüfus fazlalığının beslediği bu siyasi yayılma, ele geçirilen mevkilerin ticari yönden sömürülmesine ve işletilmesine yol açmıştır.
Bu hareket, Bizans’ta görülen farklı ve karmaşık eğilimler aracılığıyla ve bazı sömürgeleştirme biçimlerini hatırlatabilecek Venedik imparatorluğunun kurulmasıyla (XII.-XVIII. yy.lar) sürdü.
Ama siyasi bakımdan henüz belirgin bir farklılaşma yoktu.
Ayrıca, Ortaçağdaki şu birkaç örnekte, sömürgeleştirenin üstünlüğü kültürden değil, siyasi örgütten doğar ve bir ara gerçekleştirilen eylem birliği, anarşik parçalanmayı kolaylıkla egemenlik altına alabilir.
Avrupa dışında, gerçekten önemli ve sistemli tek sömürgeleştirme örneği, çağdaş Japonya’nınki bir yana bırakılacak olursa, Çin örneğidir.
Çin yayılmasının, birbirinden ayrı iki görünümü vardır, önce çin milletinin yerleştiği alanı belirleyen ve güçlü bir iç sömürgeleştirme çabası harcanmıştır.
Hoang-ho ırmağının aşağı havzasından geldiği sanılan bu ulus, M.ö. IV. ve III. yy.larda hızla eski sınırlarının dışına taşmış, yerli halkı kovmuş veya özümlemiştir. Ts’in hanedanının fetihleri sayesinde, Yang-çe vadisi aşılmış, Kanton krallığı (Nanhai) yenilmiştir; güney Çin’in yutulması, Han sülalesi tarafından tamamlanmış ve pekiştirilmiştir (M.ö. III. yy. – M.S. III. yy.). Çinlileştirme, fetihten önce gerçekleştirilmemiş ise, fethin ardından oldukça hızlı ortaya çıkar.
O zamandan beri, Çin’in yerleştiği alan daha da büyümüştür ama, bu büyüme oldukça yavaşlamış, Yun-nan’a (XIII. yy.) Mançurya’ya kadar yayılmış ve orada gerçek bir öncü cephe ortaya çıkmıştır.
Ama çin fetihleri, çin köylülerinin kök salamayacağı bölgelere, yaran her şeyden önce siyasi, stratejik ve ticari olan sınır topraklarına da yayılmıştı.
Hanlar devrinden itibaren çin egemenliği DaiViet’i (Tonkin ile Kuzey Annam) ve özellikle, Orta Asya’yı içine alır.
Her şeyden önce askeri işgal niteliğini taşıyan bu yayılma, ancak yüzeyde kalmış bir çinlileştirmeye yol açmıştır, ama bütün «ipek yolu»nun kontrol altına alınması, İmparatorluğa küçümsenmeyecek bir yarar sağlamıştır.
Zaman zaman sarsılan, birçok defa parçalanan Çin sömürge imparatorluğu sonra tamamen yeniden kuruldu (Vietnam hariç) ve Mançu hanedanı tarafından buna bir de Tibet eklendi (XVII. yy. sonu-XVIII. yy. başlangıcı).
Ne var ki, XV. yy.ın son yıllarında, en güçlü sömürgeleştirme teşebbüsleri Avrupa’da ortaya çıktı.
Bundan ötürü çok zaman, sömürgeleştirme kavramı, Avrupa’nın
XX.yy. başlarında ulaştığı dünya çapındaki üstünlük ile karıştırılır.
Ama XV. yy.a kadar bu kıta, Asya ve Afrika karşısında pasiftir. Daha sonra, Avrupanın dinamizmi ağır basar.
Eğilimlerin böyle birdenbire altüst oluvermesinin birçok karmaşık nedeni vardır.
XV. yy. sonlarından itibaren, Avrupa yaşantısında derin değişmeler bütün alanlarda başgöstermişti.
Teknik (gemicilik, silahlanma v.b.), bilimsel ve siyasi ilerlemeler hızlanmış ve bir süre için, Avrupa halklarına, büyük krallıkların yavaş yavaş disiplin altına aldığı tartışma götürmez bir üstünlük kazandırmıştı.
Bu üstünlük, XVIII. yy.da kendini kabul ettirdi, mekanik enerjinin kullanılmaya başlamasıyla (buhar makinesi) birlikte ortaya çıkan kuvvetli bir nüfus artışı bu yayılmayı destekledi.
Zaten sömürgeleştirme fetihleri, XVII. ve XVIII. yy.ın merkantilist sömürgeleştirme hareketinden, XIX. yy. sonları emperyalizmine kadar birbirinden oldukça farklı görünümler taşır.
Ama bu fetihlerin hepsi, anayurdun ihtiyaçlarına göre, boyun eğdirilen toprakların değerlendirilmesine yönelmiştir.
Bu da siyasi egemenlik yanında, hatta bazen bu egemenliğin yanı sıra, İktisadi sömürgeleştirmeye özel bir önem kazandırır.
Birçok durumda, değerlendirme, nüfusun geniş ölçüde başka yere nakline yol açar.
Bu geniş hareketin ilk örneklerini iki İberya halkı Yermiştir; önce, XV. yy.ın ikinci yarısında Afrika kıyılarını keşfeden Portekiz’liler, sonra da 1492’de Kristof Kolomb tarafından Amerika serüvenine sürüklenen İspanyollar.
Bu öncüleri harekete geçiren, para hırsıyla din yayma arzusunu bağdaştıran pek çok neden vardı.
Tek ortak yanları, altının çekiciliğine kapılmak olan Ispanyollarla Portekizliler, aynı metotları uygulamadıklaı gibi aynı alanlarda faaliyet de göstermediler.
XVI. yy.ın ilk otuz yılında şekillenmeye başlayan Portekiz imparatorluğu her şeyden Önce Hint okyanusu (Aden ile Hürmüz bu denizde, müslüman ticaretine giriş yollarını tıkıyordu) ve Afrika’nın Atlantik kıyılarına sıralanmış bir kıyı üsleri topluluğudur.
Brezilya ise, henüz önemsiz bir ek araziydi.
İmparatorluğun ticari gelişmesi çok hızlı olmuş ve bir süre Lizbon’u Avrupa’nn büyük baharat pazarı haline getirmişti.
Sınırlarına 1570’te fiilen ulaşılan İspanyol imparatorluğunun ekseni Yeni Dünyadır.
Sadece Filipinlerde, Malezya’nın baharat yönünden zengin adalarında mütevazı bir pay elde etmiştir.
Kaliforniya ile Florida’dan Şili’ye ve Plata ovalarına kadar yayılan bu imparatorluk, birliğini koruyabilmek için anayurt geleneklerinden ilham alan sağlam bir teşkilata dayanıyordu.
Hindistan konseyinin vesayeti altında, Amerika’ya yerleşen ve İspanyol krallığına pek büyük miktarda para sağlayan teşkilât, gerçek bir «Yeni Ispanya»dır.
Ama dünyanın, İki Iberya krallığı arasında, 1493 papalık emirnamesiyle öngörülen ve Tordesillas antlaşmasıyle kanunlaşan (1494) paylaşılması, öteki büyük devletlerce tanınmamış ve XVI. yy.da rakipler ortaya çıkmakta gecikmemişti.
Bunlar Fransızlarla Ingilizler, sonra da Hollanda’lılardır.
İlk iki halk, başlangıçta, İspanyolların bıraktığı Kuzey Amerika kıyılarında keşifler yapmaktan ve özellikle Antiller denizinde, İspanyol sömürgelerine karşı korsanlık seferleri (Drake) düzenlemekten ileri gitmemişlerdi.
Ayaklanmalarından beri İspanyol krallığına karşı savaş halinde olan Hollandalılar, 1580-1640 arasında gerçekleştirilen İspanyol – Portekiz birliğinden yararlanarak, özellikle Malezya’da, zengin bir sömürge imparatorluğu kurdular, XVII. yy. başlarında, Fransızlarla Ingilizlerden çok ileri giderek İngilizlere Sonda adasının girişini yasakladılar.
O zaman fransız sömürgeleştirmesi Saint-Laurent vâdisiyle (Kanada), İngiliz sömürgeleştirmesi de Virginia kıyısıyla yetindi.
Ama bu iki halk,
XVII.yy. ortalarından itibaren teşebbüslerini hızla geliştirdiler.
Her ikisi de, çiftçilik için pek değerli olan Antillere ayak attılar, Kuzey Amerika’daki sömürgelerini genişlettiler.
Afrika ve Hindistan’da üsler kurdular. XVIII. yy.ın ilk yarısında, öteki halkların zararına, ilerlemeyi hızlandırdılar ve aralarındaki rekabeti de böylelikle alevlendirdiler.
Britanya’lılar 1763’te üstün geldiler ve Hindistan ile Kuzey Amerika’daki fransız mevkilerini gerilettiler, ama çok geçmeden onlar da ciddi bir buhranla karşı karşıya kaldılar.
Bu, Amerika sömürgelerinin zaferle sonuçlanan ayaklanmasıydı (1776-1783).
Böylece sömürge tarihinin önemli bir dönemi kapandı.
Bu dönemde, sömürgecilik yayılması, özellikle «sömürge paktı»nda dile getirilen merkantilizm ilkelerince yönetiliyordu. Büyük çiftlikler gittikçe çoğalıyor (şekerkamışı, baharat bitkileri, tütün, boya bitkileri, sonra kahve, pamuk) ve bunların yetiştirilmesi bol insan emeğini gerektiriyordu.
Avrupa’dan gelenler («ücretliler») yerli halkın yetersizliğini karşılamaktan uzaktı ve bunu, zoraki bir köle göçü hareketiyle (hemen hepsi Afrika’lı zenciler) tamamlıyorlardı.
Böylece sömürgeleştirme kültür (Avrupa uygarlık biçimlerinin denizaşırı topraklarda yerleşmesi) ve iktisat (Avrupa’da, «sanayi devrimi»ni finanse etmeye yardımcı olacak kapital birikimi) yönünden olduğu kadar nüfus yönünden de büyük dalgalanmalara yol açtı.
Sömürgeler ekonomisinin sadece anayurt ekonomisini tamamlayıcı olarak kalmasını gerektiren bu merkantilist anlayış yönünden, en iyi sömürgeler, yani servet kaynağı olan sömürgeler, tropik bölgedeki topraklardır; XVIII. yy.da, uçsuz bucaksız Kanada’nın tek bir Antil adası kadar değerli olmadığı anlaşıldı.
Bununla birlikte, değişik şartlar, birçok Avrupa halkını (Fransızlar, lngilizler, Ruslar) «ılıman» bölgede önemli bir sömürgeleştirme işine girişmeye yöneltti.
Bu milletler Kuzey Amerika’da veya Sibirya’da, nüfusu az olan ve halklarının iklime kolayca alışabildikleri topraklarda ilerlediler.
Bu araziler, ister istemez, «iskan sömürgeleri» oldu ve buralarda sayılan az bile olsa göçmenler zaten hayli zayıf durumdaki yerli nüfusu kovmaya ve daha da azaltmaya giriştiler.
Aynı olay, XVIII. yy. sonunda ve XIX. yy.da, lngilizler Avustralya’yı işgal ettikleri zaman (buranın güney kıyılan ılımandır) ve sonra Yeni Zelanda’da kendini gösterdi.
Yeni topraklarda kök salan, yalnız anayurt uygarlığına benzer bir uygarlık değil, aynı zamanda çoğunluğu veya tamamı anayurttan olan bir halktı; bu halk toplumsal bakımından karışıktı, ama köylü unsuru, tropikal sömürgelere oranla çok daha fazlaydı, soylu unsuru ise bir ölçüde daha azdı.
Bu toprakların daha az olan İktisadi önemi onları ayrıca anayurttan uzak kalma durumuna düşürüyor, bu da bazı muhtariyet eğilimlerine yardımcı oluyordu.
Bu topraklar, gerek siyasi, gerek insancıl evrimi, XVII. ve XVIII. yy.ların klasik sömürgeleşme hareketinin biraz dışında kalmış orijinal bir ortam meydana getiriyordu.
Ama daha XVIII. yy .ın sonunda, dar ve merkeziyetçi egemenliğiyle sömürge paktı anlayışının modası geçmeye başlamıştı.
Bunu zamanında kavrayamaması yüzünden Britanya 1783’te, 13 eski amerikan sömürgesini, İspanyol hükümeti 1826’da Amerika kıtasındaki bütün topraklarını kaybettiler.
Daha sonraki yıllarda, Antillerdeki şekerkamışı çiftlikleri (İspanyol, İngiliz veya fransız) köleliğin gerilemesi sonucu uzun bir çöküntü dönemine girdi.
Liberalizmin Avrupa’da ilerlemeğe başladığı bir tarihe rastlayan bu terslikler evrimi daha da hızlandırdı.
Sömürgeciliğin yayılması, Avrupa’da çıkan güçlükler sebebiyle yavaşladıktan sonra, XIX. yy. ortalarına doğru yeniden canlanınca, görünüşünü az çok değiştirmişti.
Avrupa’da sanayi iktisadının gelişimi, sömürgelerin bundan sonra satıcı değil de alıcı olarak daha ilgi çekici nitelik kazanmasına yol açmıştı.
İlk fetihlere yön veren siyasi ve ruhsal nedenler yeni biçimlerle yeniden doğuyordu: gittikçe artan itibar hırsı, buharlı gemilerin sık sık kömür ikmali yapması Sereken deniz üslerinin yeniden stratejik önem kazanması, dinden çok insanlık kaygısından ilham alan bir «uygarlaştırma görevi) fikri (kölelikle savaş) ve bu fikrin artık toplumsal değil de milli bir üstünlük anlayışına dayandırılması.
İşte yeni emperyalizmin özelliklerinden birkaçı bunlardı.
Britanya’lılar tartışma götürmez biçimde bu hareketin öncülüğünü yaptılar.
XX. yy.ın başlarına kadar tamamladıkları bir deniz üsleri ağıyla her yerde hazır bulunuyorlardı.
Özellikle, fethini XIX. yy. ortasında tamamladıkları ve 1857’de çıkan müthiş ayaklanmadan sonra yeniden teşkilatlandırdıkları geniş Hindistan pazarına önem verdiler.
Orada ve öteki tropik sömürgelerinde, anayurttan gelen sağlam bir askeri ve İdari kadro kurmakla yetinmiş, bütün ast görevleri yerli kadrolara bırakmışlardı.
Bununla birlikte, hem ırksal, hem toplumsal kademeleşme, Avrupa’lı nüfusun çoğunlukta (Kanada, Avustralya, Yeni-Zelanda) değilse bile, önemli (Güney Afrika) olduğu yerlerde uygulanamadı.
Bu ülkelerin kendine has meselelerini çözmek için, Büyük Britanya, anayurt sorumluluklarını yavaş yavaş sömürgelilere devreden bir özerkliğe yöneldi.
Böylece 1867’de Kanada Dominyon’u doğdu.
Fransa’da, sömürgeleştirme hareketinin dirilişi, 1830’da, Cezayir’in alınmasıyla başlar.
Yayılma, Temmuz monarşisi zamanında oldukça mütevazı, İkinci imparatorluk ve III. Cumhuriyet zamanında pek canlı bir biçimde ve özellikle Afrika’da gerçekleşti.
Yalnız Cezayir’de, hayli kalabalık ama gene de azınlıkta kalan fransız nüfusunun yerleşmesine yol açtı.
Durumların çeşitliliği, statü sayılarının da artmasına sebep oldu ama, dolaysız yönetim eğilimi çok yerde üstün geldi; yerli halkın tümüyle Fransızlarca özümsenmesi genellikle sömürgeleştirme hareketinin ideal amacı sayıldı.
Büyük devletler arasında, Rus imparatorluğu kıta içinde büyük çapta yayıldı ve denizaşırı yayılma ile ilgilenmeyen pek az devletten biri olarak göründü.
Hatta Pasifik okyanusu kıyısındaki üslerini bile terk etmişti (1867’de Alaska’nın A.B.D.’ye satılması).
Sibirya’nın iskanı ve değerlendirilmesi daha çok iç sömürgeleştirme sayılabilirse de, Kafkas ülkelerinin ve Orta Asya ülkelerinin (çoğunluğu müslüman) XIX. yy.da fethedilmesi, hiç kuşkusuz sömürgeleştirme niteliğindedir. Gelişmiş ve hayli kalabalık olan bu halkların orijinalliği bir ruslaştırma siyasetiyle tehlikeye düşürülmüştür.
1922’de S.S.C.B.’nin federal biçimde teşkilâtlanması, şüphesiz ki bu baskıyı azıcık hafifletti, ama birliğin bağrında komünist partisinin sahip olduğu geniş nüfuzun ve önemli rus göçlerinin etkisiyle bu da hayali olmaktan ileri gidemedi.«Batı» yayılması en büyük dinamizmine XIX.yy. sonunda ulaştı.
Aşağı yukarı 1880 den beri, bütün Avrupa milletleri sömürgelerin çağırışını büyük bir coşkunlukla duyuyorlardı; A.B.D. bile, iç teşkilatlanma işini tamamladıktan sonra, artık sadece ticari yoldan sızma ile yetinmez olmuştu.
Daha az direnç gösteren veya birbirine rakip hırsların dengede tutamadığı bütün bölgeler, artık belli başlı «beyaz milletlerin yasalarına boyun eğmek zorundaydı.
XX. yy. başında. Afrika’nın paylaşılması fiilen tamamlanmıştı, ama Uzakdoğu beklenmedik bir direnmeye girişti (Bokser’ler ayaklanmasından sonra Çin’in dengeye kavuşması [1901], Japonlar’ın Ruslar’a karşı zafer kazanması [1905]).
Bu tarihlerde, ele geçirilebilecek topraklar artık çok azalmıştı ve Avrupa Devletleri arasındaki yeni denizaşırı komşuluklar da sayısız güçlükler yaratmaktaydı.
Gerçi bu fırtınalı yayılma hareketlerini düzene sokmak için gösterilen çabalar, özellikle, büyük devletlerin Afrika’ya sızma kurallarını kanunlaştırdıkları Berlin konferansında (1885) başarıya ulaşmışsa da, çok geçmeden bunlar milliyetçi fikirlerin uyanışı ve iktidara geçme isteği çerçevesinde canlanan rekabet duygularını sınırlandırmakta yetersiz kaldılar.
Başı dönmüş bir Avrupa’nın çelişkilerinden doğan 1914-1918 savaşı, Avrupa sömürgeciliğine şiddetli bir darbe indirdi.
Bu arada, iki büyük imparatorluğun (İngiliz ve fransız imparatorlukları) bu denemeden de muzaffer çıktıklarını, yeni topraklar ve Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasından doğan arap ülkelerinde «nüfuz bölgeleri» kazandıklarını unutmamak gerekir.
Bazı bakımlardan, «iki savaş arası», imparatorluk çağının doruğu olarak görülebilir.
Paris’teki 1931 milletlerarası sömürgecilik sergisi gibi gösteriler, yatıştırılmış bir iyimserliğin kanıtlarıdır.
1936’da bir Avrupa devleti (İtalya), son sömürge fethini gerçekleştirip Habeşistan’ı aldı.
Belki, 1931-1932’de, sonra da 1937’den itibaren Japonların Çin’de giriştikleri teşebbüslerde de aynı ruh halini bulmak mümkündür.
Ne var ki, bu dönemden itibaren ortaya güçlükler çıktı ve bir evrim başladı.
Avrupa’daki anlaşmazlık, sömürgeleştirilmiş toplumların kültürlü çevrelerinde «millet» kavramını yarattı.
Bu kavram, sözü geçen çevrelerden, yavaş yavaş halk sınıflarına yayıldı.
Milliyetçilik Asya’da, 1905’te Japonların kazandığı zaferle yücelerek XX. yy. başlarından itibaren kendini göstermeye başladı.
Sonra müslüman ülkelerde, arap birliği fikri, üniversitelerden doğarak milliyetçilik anlayışını yaygınlaştırdı.
Avrupa’lı halkın kalabalık olduğu ülkeler bile, edindikleri orijinal niteliğin bilincine vararak daha çok şey ister oldular.
Bu yeni ve nazik durumları gözönüne alan Britanya imparatorluğu, gitgide bir özgürlük bağışlama yoluna girdi; 1931 statüleri, eski imparatorluğun yerine yeni bir topluluk (Commonwealth) getirdi.
Bu topluluk, önce beyazların yönetimindeki devletler yararına öngörülmüşse de, muhtemel bir genişletme imkanı şimdiden düşünülmeğe başlanmıştır (1931’de, Hindistan konusunda varılan anlaşmalar).
İkinci Dünya savaşı, Avrupa üstünlüğüne dayanan önceki toplumsal ve milletlerarası düzenin bozulmasını tamamladı. Böylelikle evrim zaman zaman devrime benzeyecek kadar hızlandı.
Geleneksel sömürge statülerinin çoğunun yeniden gözden geçirilip tasfiye edildiği bu yeni dönemi nitelemek için, «sömürgelikten kurtulma» deyimi ortaya atıldı.
1946’da Suriye-Lübnan ve 1947’de Hindistan’da başlatılan bu bağımsızlığa kavuşma hareketi 1954’ten sonra daha da genişlemiş ve hızlanmıştır.
Bu tarihten beri, Britanya imparatorluğu, hükümran devletlerin çok gevşek bir konfederasyonuna, «taht sömürgeleri» de 1960’ta devlet kurulamayacak kadar az nüfuslu ve uzak topraklara dönüştü.
Fransız imparatorluğu ise, önce Fransız birliği, sonra da bir topluluk halini aldı.
Metropolde birleştirilenlerin dışındaki öteki sömürge toprakları (Amerikalıların, Belçika’nın, Hollanda’nın, Portekiz’in sömürgeleri) az veya çok hızlı bir şekilde aynı eğilimlere boyun eğer.
Böylelikle, eskimiş statülerin yerine geçmek üzere ancak iki çözüm yolu bulunabileceği anlaşılmıştır.
Bunlar, anayurda katılma (örnek olarak, Hawaii’nin A.B.D.’ye, Hollanda Amillerinin Hollanda’ya, Angola, Mozambik, Makao’nun Portekiz’e katılması), veya daha sık görülen, «kendi kendini yönetim»dir.
Ama bağımsızlığa kavuşma da «sömürgelikten kurtulan» ülkelerde,’ sadece eski anayurtla olan ilişkileri yönünden değil, aynı zamanda öteki eski sömürge topraklarıyla olan ilişkilerde de çeşitli meseleler ortaya çıkarmaktadır.
Burada iki eğilim çatışır, bunlar ya parçalanmaya ya da tersine, yeniden birleşmeye varır.
Çağımızın ortaya çıkardığı güçlükler, gerçek bir «büyüme bunalımından çıkmış ve henüz tamamen dengesine kavuşamamış ülkelerde pek çok entrikaya zemin hazırlamıştır.
Bu durum, kimi zaman başka büyük devletler tarafından istismar edilir.
Bu genç ülkelerin çoğu, dünya konjonktüründeki İktisadi dalgalanmalara karşı dirençsiz olduğu için imparatorlukların yerine, bir «nüfuz bölgeleri» sisteminin yayılıp yayılmayacağı sorusu akla gelebilir.
Genç devletler, bir «dengelenme» siyaseti uygulayarak veya manevi bakımdan dayanışma halinde bir «üçüncü kuvvet» yaratarak (1955 Bandung konferansı; bu durumdan kurtulmağa çalışıyorlar.