Hakkında Bilgi

Hakkında Bilgi,Ansiklopedik Bilgi

Genel

Tebliğ Nedir,Din Kültürü | Ansiklopedik Bilgi |

Tebliğ nedir din,Tebliğ nedir din kültürü,Tebliğ nedir anlamı,Tebliğ nedir araştır,Tebliğ Nedir Din Kültürü,Kur’an tebliğ ve belağ kelimelerini aynı anlamda kullanmaktadır.

Tebliğ, fiil halinde, belağ ise isim olarak 10 küsur yerde kullanılıyor. Bunların hepsinde mana vahyin mesajını insana ulaştırmaktır.

 Tebliğ Nasıl Yapılır

Mesajın sahibi Allah, aracı ve taşıyıcı peygamberler ve onları izleyenler, muhatap insandır.

Allah âlemlerin rabbi, peygamber alemlerin rahmeti (Fatiha 1, Enbiya 107) olduğuna göre vahyin mesajı bütün insanlığa, hatta bütün canlılara rahmet üzre ulaştırılacaktır.

Burada aracı – elçinin rahmet olarak anılışının sırrı budur.

Rahmet tavrı üzre ulaştırılmayan bir mesaj Muhammedi olma niteliğini yitirir.

Tebliğin bu karakteristiğini Kur’an’ın şu prensibi tamamlar: “Dinde ikrah (zorlama, baskı, cebir ve şiddet) yoktur.

Şu bir gerçek ki iyi ile kötü, güzel ile çirkin birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara, 256) Bu ilke, en büyük peygambere hatırlatılırken, yine ikrah kelimesi kullanılarak (İkrah mad.) şöyle deniyor: “Sen, insanları, imana girmeleri için zor ve baskıya mı maruz bırakacaksın?” (Yunus, 99)

Tebliğ yani alınan vahyi insanlara ulaştırmak bir peygamberin temel yükümlülüklerinden ve niteliklerinden biridir.

Bunu yapmayan nebi, peygamberlik görevini ihmal etmiş olur. (Maide, 67) Her peygamber bunu yerine getirmiştir (Ahzab. 39, Araf 62, 68). Peygamberin bu

görevi ve vasfı yani tebliğ, insanları, tebliğ edilene uyma noktasına getirmek gibi bir zorunluluk taşımıyor.

İşin o yanı Allah’a aittir.

Peygamber tebliğ eder ve insana sorumluluğunu bildirerek sonucu Allah’a bırakır.

Peygamber bir zaptiye, bir zorlayıcı değildir. (En’ham,, 1075, Şura, 48).

Ancak, tebligatın engellenmesi halinde insanlarla mücadele etmek ve gerekirse savaşmak Kuran’ın açık direktifleri arasındadır, (Kıtal mad.) Tebliğin yapılmasına engel çıkarılmaması halinde, nebinin çatışma ve çekişmeye gitme hakkı yoktur.

Kur’an’ın bu noktaya ilişkin beyanları son derece açık ve nettir, (Âli İmran 20, Mâide, 92, 99, Ra’d, 40; Nahl 35, 82, Nur 54, Ankebut 18, Yasîn 17; Ahkâf 135; Teğabun, 12).

Tebliğin yapılması mesajın muhataba ulaştırılmasıyla olur.

İşin bu yanı, nebilerin büyük çilelerinin gündeme gelmesi demektir.

Çünkü, tebligatın insanlığa ulaştırılması en ileri anlamda sabır, fedakârlık, feragat, hoşgörü, yumuşaklık, merhamet ve kaynaşmayı gerekli kıl­maktadır.

Nitekim Kur’an, bütün nebilerin bu niteliklerle donatılmış olduklarını bize yüzlerce ayetiyle haber veriyor. Bu niteliklerin iki kelimeyle ifadeyi konması istenirse şunu söylemek gerekir: Sabır ve merhamet (rahmet) tebliğin hedefine varmasında en önemli unsurlardır.

Kur’an, büyük aksiyoner peygamberleri “ululazm” diye nitelendirirken, bunların en önemli özelliklerinin sabır olduğuna dikkat çeker. (Ulülazm mad.)

Ve son peygamberin âlemlere rahmet olarak tanıtılması (Enbiya, 107) da tebliğde merhamet unsurunun önemini gösterir (Rahmet mad.)

Sabır ve merhamet, tebliğ adamını, insanları eksikleri, günahları yüzünden itmekten uzak tutar.

Kur’an bu noktada, en büyük Allah düşmanlarına bile tebliğin götü­rülmesini, hem de kırmadan, öfkelenmeden, ezmeden, lanetlemeden götürülmesini emrediyor.

Kur’an’ın, peygambere kötülük ve karşı çıkışta bir tür sembol kişi olarak tanıttığı Firavun’a tebliğ yapılmasını emreden ayetinde Hz. Musa gibi büyük bir peygambere şu hitabı, üzerinde olduğumuz espriyi tanıtması bakımından çok önemlidir.

“Ey Musa ve Harun! Firavun’a gidin, o gerçekten azmıştır.

Ona gidin ve kendisine yumuşak, tatlı bir sözle tebliğde bulunun.

Umulur ki, öğüt alır, yahut Allah korkusu duyar.” (Taha, 43 – 44).

Kur’an burada, tebliğ adamına bir espri sunuyor: En ümitsiz insanların bile doğruya gelebileceklerini akıldan çıkarmamak gerekir.

Allah, Firavun’un iman etmeyeceğini elbetteki biliyordu, fakat bize söylenmek istenen şudur: Siz işin o tarafına karışmayın ve “bu adamdan hiçbir hayır beklenemez” diye bir hükme varmayın, tebliğe devam edin.

Bunu yapmak, en azından küfür ve kötülükte ısrar edenlerin sorumluluklarını artırır ve tebliğcinin kendileri­ni uyarmadıkları yolunda bir mazerete sığınmaları imkânını ortadan kaldırır.

Tam bu noktada Kur’an’ın hem tebliğ sırrı, hem de merhamet sırrı açısından mucize bir beyanını hatırlamak gerekir.

Araf suresi 164. ayet Hz. Musa ve bağlılarının tebliğe ısrarla devam etmelerini anlamsız bulan bir zümreden söz ederken şöyle diyor: “İçlerinden bir topluluk: “Allah’ın helak edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediler.

Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: ‘ Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.”

Tebliğcinin böyle davranması hem kendisinin Allah karşısında görevini savsaklamadığına bir dayanak olur, hem de yanlış yolda gidenin “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazeret ileri sürmesini engeller.

Ayet bu iki nükteyi birden veren bir ifade güzelliği taşıyor.

Türk müfessiri Elmalılı bu ayeti açıklarken şu güzel cümleleri yazıyor: “Kötüden sakındırma, herkese son nefesini verinceye kadar farzdır.

İkincisi, ümitsizlik dünyada hiçbir hususta caiz değildir.

Ve her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir.

İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez.

Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar.

Bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafiflen Her halde öğüt vermek, öğüdü terk etmekten evladır.

Öğüdü bütünüyle bırakmakta ise hiçbir ümit yoktur.

Hiçbir mukavemete maruz olmayan fenalık daha süratle yayılır.

Herhangi bir fenalığın aslını silmek olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da gözardı edilmemelidir.”

Hal böyle olunca tebliğ adamı, her türlü imkân ve aracı kullanarak mesajı insana ulaştıracaktır.

Bu, Kur’ an’ın mutlak emridir.

Bu öylesine tartışmasız bir gerçektir ki, Kur’an temel düşmanları müşriklerin bile bu uğurda kucaklanmasını ve onlarla da bir yakınlaşmaya gidilmesini emreder.

Tevbe suresinin 6. ayeti hem de belağ kelimesinden bir emir kullanarak şunu söylüyor:

1. Müşriklere bile Allah’ın kelamını dinletme çarelerini ara,

2. Bu uğurda onlarla yakınlıktan komşuluktan kaçınma,

3. Hedefin, vahyin mesajını onlara ulaştırıp dinletmek olsun,

4. Bilki onların sapmaları, bilgisizlik yüzündendir.

O halde onlara öğretme, gösterme, tanıtma imkânlarını ara, bul ve kullan.

Tebliğin Kur’ansal karakterini ve boyutlarını ölümsüz cehenneme çevirenlerin yarınlar için vaat ettikleri cennete kimse güvenmez, inanmaz.

Anlaşılan odur ki, Kur’an evrensel bir mesaj olarak, inancı, seviyesi, kapasitesi ne olursa olsun, insanlar arasın­da ayırım yapmayı, tebliğin hedefine varmasını engelleyici bir felaket olarak görmektedir.

Şuraya kadar vermeye çalıştığımız Kur’ansal espriyi Hz. Peygamber’in bir fiili, insanlığın hafızasına unutulmayacak bir biçimde kazmıştır.

Bu Hudeybiye Antlaşması sırasında sergilenen ve ilahi planlarca tertiplendiğinde asla kuşku bulunmayan şu olaydır:

Hicretin 9. senesinde Mekke yakınlarında Hudeybiye mevkiinde Müslümanlar’la Mekke putperestleri arasında hazırlanan ve Müslümanlar için son derece önemli olan bir antlaşmanın imzaları atılacaktı.

Müslümanlar adına imza atacak olan Hz. Peygamber’in adı, katipler tarafından Allah’ın Resulü Muhammed diye yazılmıştı.

Mekke temsilcileri buna karşı çıktılar ve dediler ki: “Biz seni Allah’ın elçisi olarak kabul etseydik, zaten seninle uğraşmazdık.

İmzayı, “Abdullah’ın oğlu Muhammed” diye atacaksın.

Müslümanlar buna haklı olarak reaksiyon gösterdiler.

Allah Elçisi Hz. Resul ise, tebliğ stratejisinin âbide bir örneğini vererek, imza yerinden “Allah’ın Resulü” deyiminin silinmesini emretti.

Sahabiler bunu yapamayacaklarını söyleyince, andlaşma metnini Hz. Ali’nin elinden alarak, söz konusu ibareyi kendi eliyle sildi.

Resuller Sultanı’nın burada yaptığı neydi? Yapılan ve bize gösterilen şuydu: Karşınızdaki insanı, sizin kutsadığınız değerleri peşinen kutsamaya mecbur tutamazsınız.

Sizin değerlerinizin kutsanmaya en layık değerler oldu­ğunu ona kabul ettirin, ondan sonra ondan birşeyler bekleyin.

Kur’an’ın tebliğ konusunda ölümsüz prensiplerinden

biri de Yasın suresinin 21. ayetinde verilmiştir.

Tebliğ ulaştırılan kişiden karşılık, menfaat beklememek.

Gerçek aydınlatıcı, gerçek mürşit, ışık sunduğu kitleden çıkan olmayan benliktir.

Kitleleri, gelecek koltuk veya banknot hesaplarının basamağı yapanların sözlerinde ifadeye konan, en şaşmaz hakikat de olsa sonuç bir hiçtir.

Günümüz dünyasının lider ve önder bunalımının arkasındaki gerçek budur.

Politik yalanın laf ebeliği ile insan sevgisi ve sonsuzluk sevdasına oturan tebliğ arasındaki fark, üzerinde olduğumuz konunun kader çizgisini belirler.

Mutlu bir dünya, yaratılanı sadece yaratandan ötürü sevenlerin, ücreti sadece sonsuzlaşmak olarak görenlerin eliyle kurulabilir.

Kubbede ses bırakanlar onlardır.

Ve onların başında nebiler gelmektedir.

İnsanlığın, kral ve politikacı tipi değil de peygamber tipi gönlünde sürekli yaşatmasının sebebi budur.

Eğer insanoğlunun aydınlık ve gönül sıcaklığı sunan yarınları varsa, bu, politika bezirganı lider tipinin et, kan ve para kokan nefesinden değil aşk, merhamet, hizmet ve feragat örneği nebi ve veli tipin soluyuşuyla oluşmuş sonsuzluk mirasından mayalanacaktır.

Tebliğin Kur’an’sal boyutlarından bir kısmı da, Kur’an’ in davet (çağrı) kavramına değinen ayetlerinde verilmiştir.

Tebliği iyi anlamak için davet kavramını da tanımak gerekir.

Kur’an, tebliğin genelliğini de esas alır.

Yani tebliğ için özel bir sınıf veya kadro yoktur.

İslam’da sınıf yoktur.

Her insan, sahip bulunduğu, bilgi ve şuura uygun olarak tebliğde bulunmak, diğer insanları şuurlandırmak borcundadır.

Bir yanıt yazın